Yaşanmış bir hikaye: Girit’ten Seferihisar’a; Eşkiya Balo’nun hazin sonu
Eşkiya Balo’nun (Halk arasında Galo olarak da bilinir) hikayesi bir asır sonra tekrar gündeme geldi. İnanç Karabulut, ‘Yalınayak’ kitabındaki hikayeyi Yeni Haber Gazetesi için derledi...
Mustafa Karabulut’un kaleme aldığı ‘Yalınayak’ kitabındaki Eşkiya Balo’nun (Halk arasında Galo olarak da bilinir) hikayesi bir asır sonra tekrar gündeme geldi. İnanç Karabulut, ‘Yalınayak’ kitabındaki hikayeyi Yeni Haber Gazetesi için derledi…
Hasan, 1910’da Girit’ten Seferihisar’a göç etti…
Adada yaşanan onlarca siyasi kargaşadan sonra bir heybe ile yaşadığı topraklara veda etmiş olması, kendisini taş gibi bir insan yapmıştı. Ailesi, ömründe bir ya da iki kez gülerken gördü Hasan’ı. Zaten gerekmediği zaman ağzını açıp bir cümle dahi etmezdi.
Girit’ten ayrıldığında bir daha asla göremeyeceğini bildiği nişanlısını unutup, yerleştiği Seferihisar’ın Kavakdere Köyü’nde Rukiye Hanım’la evlendi. Girit’ten Seferihisar’a göçmesinin üzerinden geçen onlarca yıldan sonra Kemeraltı’nda Girit’teki nişanlısı ile karşılaşması ise ayrı bir hikayedir…
Giritli Hasan’ın Rukiye Hanım ile evliliğinden Hilmiye ve Hüseyin adında bir oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Her şey yolunda gidiyorken bu defa Rukiye Hanım 1932’de genç yaşında bir hastalığa yakalanıp hayata veda ettiğinde, bir kez daha yıkıma uğruyordu Hasan…
İki çocukla kalakalmıştı…
Hilmiye 4 yaşında, Hüseyin ise 11 yaşında başka bir hayat mücadelesi daha başladı Hasan için. Hem anne hem baba olacaktı artık… Neyse ki bu durum çok uzun sürmedi.
Hasan, boylu poslu, renkli gözlü yakışıklı bir adam. Taşı sıksa suyunu çıkacak kadar kuvvetli bir genç. Kavakdere’den Seferihisar’a gelip giderken, Perihan isimde bir hanıma aşık olur. Kadın da Hasan’a ilgisiz değildir. Gizli gizli buluşmalar başlar. Hasan, tüm açıklığı ile hayatını anlatır Perihan hanıma. Eşinin öldüğünü, iki çocuğu ile ortada kaldığını, yaşamlarını ince ayrıntılarına kadar ortaya döker. Hasan’a karşı kayıtsız olmayan Perihan Hanım, Kavakdere’de birlikte yaşamayı kabul eder.
Aslına bakılırsa bu karar, o zamanın şartlarına göre çok cesur bir karardır. Bir süre sonra nikah kıymaya karar vermiş olmaları çevrenin hemen dikkatini çekmiştir. Perihan Hanım genç, genç olduğu kadar da güzel, alımlı bir hanımefendidir. Kocaman, ışıl ışıl gözleri, dalgalı saçlarıyla oldukça dikkat çekicidir.
Perihan Hanım, Hasan’ın iki çocuğunu da gerçek bir anne gibi bağrına basar. Mutlu bir hayatın başlangıcı gibi görünen gelişmeler yaşanır.
“Artık kötü günler geride kaldı” diye düşünülüyor, bu taze başlangıcın hayırlı olacağına inanılıyordu.
Ama kader, kara yazısını Hasan’ın alnına çoktan yazmıştı bile…
Perihan Hanım’ın güzelliği, küçük köyümüzde adeta baş konu olmuştu. Köyün erkekleri, kendi yapmaları gereken işleri eşlerine yüklemiş, kendileri de bütün gün köy kahvesinde dedikodu yaparak zaman geçirmekteydiler. Kahvedeki tek konuşulan konu Perihan Hanım’ın güzelliği olmuştu. Kavakdere’nin muhtarı İsmail de bu dedikoduların uzağında olmadığı gibi bir de gönlünü Perihan Hanım’a kaptırmış, karşılıksız bir aşk beslemeye başlamıştı.
Birkaç kez, Perihan Hanım’ın karşısına çıkmasını, ona dilinin döndüğünce iltifatlar etmeye kalkışmasını kadıncağız kocasına herhangi bir olay çıkmasın diye söylemese de sonunda Hasan Bey’in kulağına kar suyu kaçıveriyor. Böylesi yoğun dedikodu yapılan bir yerde konuşulanların gizli kalması elbette bir mucize olurdu.
Bir yakını, “Muhtar senin hanımı rahatsız ediyor. Belli ki kadın başın derde girmesin diye sana bir şey demiyor. Ama bir ikaz et” deyiveriyor.
Hasan fevri hareketler yapacak bir adam değil. Durumu Perihan Hanım’la konuşuyor. Perihan Hanım, “Boşver Hasan ben onun ağzının payını verdim” diyor ama serde delikanlılık var tabii. Hasan bir gün İsmail’i kenara çekip uyarıyor! “İsmail,” diyor, “yaptığın erkekliğe sığar mı, başkalarının karısının peşinden koşturmak, ulu orta laflar söylemek sana yakışır mı?”
Ama Muhtar İsmail, böylesi bir medeniyetten anlayacak insan değildir. Yılışık gülüşlerle, “Yok öyle bir şey yaa” gibilerinden birkaç laf ediyor. Hasan muhtarın yarım ağızla inkârlarına elbette inanmıyor. Son sözünü söylüyor:
“Bir daha benim karımın yanına yaklaşırsan, sana acımam, öldürürüm..!”
Hasan Seferihisar’da yıllar geçtikçe saygınlık kazanmış, çalışkanlığıyla varlığını arttırmış. İzmir’de babasının satın alıp ona bıraktığı hanlar, kirada başka mülkler geçimini temin etmekten öte, onu zamanın zenginlerinden biri de yapmış. Köyün ağası gibi; eli daralana borç verir, geri almaz, evleneceklere yardım eder, karşılık beklemez, çocuklara harçlıklar dağıtır… Böyle bir adam. Seferihisar’da da sevilen sayılan, kaymakamından savcısına, hâkimine kadar herkesin “Hasan Efendi” deyip saygı gösterdiği, herkesle dost, kimseye kötülüğü olmayan biri. Atına atlayıp köyünden Seferihisar’a geldiğinde, devlet erkanı kahve içip onunla sohbet etmezse kendilerini eksik hissedermiş.
Bir gün, kaymakam ve jandarma komutanı ile askeriyenin serin kameriyesinde sohbet ederlerken Hasan, Muhtar İsmail meselesini açmış onlara…
“Bu adamın duruşundan, bakışından, anladım ki benim başıma bela olacak. Ya ben onu öldüreceğim ya da o beni. Zaten sağda solda beni öldüreceğini söyleyip duruyormuş. Benim eşime kafayı takmış,” diyerek sıkıntısını dile getirmiş.
Hakikaten de Muhtar İsmail, birkaç kişiye “Onu öldüreceğim,” gibi laflar söylemiş; bu dedikodular da Hasan’ın kulağına kadar gelmiş.
Kaymakam ve jandarma komutanı, “Biz gereğini yaparız. Sen sakın yasal olmayan işlere bulaşma,” diye Hasan’a nasihat vermiş.
Bu konuşmanın ardından çok değil; on, on beş gün geçmiş.
Tarih 09.11.1935.
Günlerden cuma.
Hasan her cuma atına biner Cuma namazına gidermiş. O gün de yarım kalan çiftini iki saatliğine iki öküzüyle sürüp bitirecek, daha sonra cuma namazı için atına atlayıp Seferihisar’a gidecekmiş.
Perihan Hanım oğlu Hüseyin’e, “Oğlum cuma namazı yaklaşıyor, baban hâlâ çiftten gelmedi. Öküzler de öyle dineliyor bir bakıp gel,” demiş.
Hüseyin tarlaya öküzlerin durduğu yere gittiğinde bir bakıyor iki çift öküzün arasında babasının göğsünden kanlar akıyor. Birkaç kez baba diye seslense de babası çoktan ölmüş. Hüseyin koşarak eve geri dönüp Perihan Hanım’a durumu anlatıyor ve atına atlayıp Seferihisar Jandarma Karakolu’na durumu bildiriyor.
O yıllarda Seferihisar’da Matiko Hüseyin’e ait Austin marka bir tek bir otobüs var. Matiko Hüseyin’in otobüsüne Kaymakam, Cumhuriyet Savcısı, Jandarma Karakol Komutanı, Hükümet Doktoru doluşup Kavakdere’ye cinayetin işlendiği alana gidiyorlar. Doktor çarşafı açıp kontrolünü yapıyor ve Hasan’ın resmî kayıtlara “Ateşli silahla iki kez vurularak öldürüldüğü” geçiyor.
Hüseyin, oğluna anlatırdı sonraları o günü…
“Çarşafın altından kan sızıyordu. Ben belki ölmemiştir diye doktora, jandarmaya hastaneye götürülmesi için yalvarıyordum. Ama o çoktan ölmüş,” diyordu.
Şüpheli belli; sonradan “Balo” lakabını alacak olan Muhtar İsmail…
Hasan da zaten kaymakama ve savcılara “Ölürsem bu adamdan bilin!” dememiş miydi?
O gün olay yerine devlet erkanı geldiğinde Muhtar İsmail de oradadır ve şaşkın görünüyordur. Savcı ve kaymakam Muhtar İsmail’e bu cinayetle ilgili bir bilgisi olup olmadığını sorar. Muhtar “Bilmiyorum, hiçbir fikrim yok,” diye cevap verse de inandırıcı olmaz. Kaymakam, Muhtar İsmail’e, “Yarın mühürleri de al yanıma gel,” der. İsmail başına gelecekleri pek anlamamış gibidir. Oysa kader onun için de ağlarını örmüştür.
Ertesi gün Muhtar mühürleri alır kaymakamın makamına gider. Kaymakam muhtarlık mühürlerini alıp çekmecesine koyduktan sonra odacıya, “Jandarma komutanını çağır gelsin,” der. Jandarma komutanı astsubay, kaymakamlık makamında Muhtar İsmail’in koluna girer ve 100 metre ileride şu an askerlik şubesi olan jandarma karakoluna götürür. İsmail nezarethanededir.
Komutan, “Bu cinayeti sen işledin değil mi?” diye sorar. Muhtar İsmail, “Hayır,” der. Bir hafta karakolda kalan Muhtar İsmail’e çeşitli işkenceler yapılır ve sonunda cinayeti kendisinin işlediğini kabul eder. Herkes katilin yakalandığını düşünerek rahat bir nefes almıştır. Ama olay aylar sonra da konuşulmaya devam etmektedir.
Hikâyenin gerçek tarafı ise Hasan’ın ölümünden muhtarın sorumlu olmamasıdır. Aslında hikâyenin en hazin tarafı da budur ama Muhtar İsmail’in yakasına katil damgası çoktan vurulmuştur.
Hikâyenin ilginç tarafı aslında yeni başlıyor…
Hasan’ı öldüren kişi, muhtar değilse kimdi?
Hasan’ın kayınbiraderi “Kaygısız İbrahim”. Onun da bir kayınbiraderi varmış ki kötülerden bir kötü. “Sağır Etem” diye anılır, herkes ondan yaka silkermiş. İşte gerçek katil de bu adam.
Olayın gerçek seyri ise şöyledir.
Hasan’ın arpa buğday deposundan, yani kilerden çuvalları kaybolmaktadır. Süreklilik arz eden bu durum, artık dayanılmaz bir hâl almıştır. Hasan da işin peşine düşer. Bir sabah yine deponun hırsız veya hırsızlar tarafından ziyaret edildiği anladığında Hasan etrafı incelemeye başlar. At izlerinin hâlâ durduğunu görür. Hırsız atla gelip çuvalları götürmektedir. Gece hafif yağan yağmur, toprağı o kadar yumuşatmış ki hırsızın at izlerini takip etmek çok kolaydı. Bir önemli ayrıntı da çuvallardan birisinin delik olmasıydı. Muhtemelen Sağır Etem, çuvalları ata yüklemiş ama çuvalın delik olduğunu görmemişti. Masallardaki gibi, arpalar gittiği yol boyunca iz bırakmış. Hasan izleri takip eder ve o yıllarda adı Manasır olan Orhanlı Köyü’nün Temesealtı Mevkii’ne 7 km. mesafede, Sağır Etem’in evine kadar gelir. Bakar ki izler Etem’in damına kadar girer. İçeri bakar Hasan, çalınan çuvallarını da görür. Yani, deliller sağlam.
Etem’in inkar edecek hâli yok.
Hasan evde olduğunu bildiği Etem’e “Çık dışarı!” diye seslenir!
Etem şaşkınlıkla evden çıkar.
“Ne var, ne oluyor?”
“Utanmıyor musun benim arpalarımı, buğdaylarımı çalmaya? Bak izlerin burada. Damında da benim çuvallarım var.”
Etem’in söyleyeceği bir şey yoktur tabii ki.
Hasan Sağır Etem’e, “Bir daha Seferihisar’a giderken benim evimin önünden geçmeyeceksin!
Doğanbey Köyü’nden dolaşıp Seferihisar’a gideceksin. Evimin önündeki yoldan Seferihisar’a gittiğini görürsem, ayaklarını kırar, seni atın arkasına bağlar gezdiririm!” der ve arkasını dönüp gider.
Bu konuşmaların şahidi ise Hasan’ın oğlu Hüseyin. O anda birlikteymişler. Ethem Hasan’ı iyi tanıdığından bunun boş bir tehdit olmadığını anlamış. Çünkü Hasan, söylediğini yapan yiğit bir adam olarak tanınırmış. Halbuki, bir daha hırsızlık yapmasa anlaşılıyor ki Hasan ona dokunmayacak.
Ne var ki Etem, evhamlı bir korkuya kapılmış. Anlaşılan, Hasan’ın eninde sonunda ona bir kötülük yapacağına inanmış. Düşünmüş, taşınmış ve “O beni öldürmeden ben onu öldüreyim,” diyerek harekete geçmiş. Etem pusuyu kurmuş. 8 Kasım 1935 Cuma günü öküzleriyle çiftini süren Hasan’a dereden yaklaşıp arkasından iki kurşunla yere serip kaçmış.
Peki gerçek nasıl ortaya çıktı?
Bu olayın üzerinden tam yirmi yıl geçtiğinde katil Sağır Etem, iyice yaşlanmış, ölüm döşeğinde yatmaktadır. Artık güçlükle konuşuyordur. İsim isim birçok kişiyi yanına çağırır. “Ben,” der, “bir halt ettim. Evliya Hasan’ı öldüren benim. Benim yerime de hayatı mahvolan Muhtar İsmail’dir. Allah beni affetsin, sizler de affedin.”
Şimdi olay gününe dönelim…
Muhtar İsmail’i suçlayacak bir delil yok. Sadece Hasan’ın “Ölürsem sorumlusu budur,” sözleri var. Cinayetin ardından Kaymakam, Muhtar İsmail’i makamına çağırıp mühürleri elinden aldıktan sonra onu jandarmaya teslim etti ya… Karakolda bir hafta işkence gören Muhtar İsmail suçunu kabul eder etmesine de jandarma komutanının cinayeti Muhtar İsmail’in öldürdüğünü delillerle birleştirmesi gerekiyor. Aksi hâlde ilk duruşmada Muhtar İsmail tutuklanmadan tahliye edilecek. İşte bu nedenle jandarma komutanı olayın şahidini aramaktadır. Nasılsa suç da itiraf edildiğine göre, bu işin çarçabuk bitmesi için yalancı şahitler aranmaya başlanır. Komutan atına biner, yanına iki jandarma eri alır ve olay yerine gider.
Cinayeti kim veya kimler görmüş olabilir araştırmasına başlar.
Dağda keçi güden çobanları sorup soruşturur ama olay yerinin etrafında hayıt çalılıkları olduğundan dağda sürü güden çobanların da olay yerini görebilmeleri mümkün değildir. Çünkü hâkim olay yeri incelemesinde şahitlere, nasıl ve nereden gördüklerini soracaktır.
Jandarma komutanı köyde çobanlık yapan iki şahit bulur. İmam Mehmet Lakaplı Mehmet Arıcı, diğeri Kanlılar’ın Abdurrahman’dır. Karakolda sözde tanıklar “Görmedik,” dedikçe, jandarma, “Gördünüz, yalan söylemeyin!” der. İki şahit çoban da işkenceden pes etmiş olacak ki sonunda “Evet gördük,” derler ve işkenceden kurtulurlar.
Komutan iki gün sonra tekrar olay yerine gidip inceler. Anlar ki şahitlerin bu cinayeti koyun otlattıkları yerden görebilmeleri mümkün değil. İki gün sonra ise mahkeme olay yerinde tatbikat yapacak. Hâkim ve savcılar olay yerine bakacak, otlak yerine bakacak ve çobanların olayı görmediklerini anlayacak…
Peki, bunun çaresi ne?
Jandarma komutanı yanına sekiz asker alır ve bir o kadar da köylüyü toplar. Olay yerinin etrafını saran hayıtları kestirir. Artık cinayet yeri kabak gibi ortadadır. Sonuçta her iki şahidin ifadeleri ile Muhtar İsmail’e kasten adam öldürmekten on sekiz yıl ceza verilip Seferihisar Cezaevi’ne atılır. Seferihisar’dan da Çanakkale Cezaevi’ne gönderilecektir.
Burada ziyaretine gelen kızı Fatma’ya, aslında cinayet işlemediğini, olaydan haberi bile olmadığını anlatır Muhtar İsmail. Daha sonraki zaman diliminde artık muhtar olmayan İsmail, “Balo İsmail” lakabıyla anılacaktır.
Çanakkale Cezaevi’nde on bir yılını demir parmaklıklar ardında geçirdikten sonra Torbalı Cezaevi’ne nakledilir. Tam yedi yıl vardır tahliye edilmesine ama Muhtar’ın yedi yıl daha beklemeye tahammülü kalmamıştır. Kaçmaya karar verir. Bir yıl boyunca planlar bu kaçışını. Sonunda da cezaevine gelen ekmek arabasına binip kaçmayı başarır. İzini de kaybettirip kendini dağlara atar.
BALO’NUN İNTİKAMI
İnsanı en acıtan his, haksızlığa uğramasıymış…
Balo İsmail dağlarda yaşamaya başlar; iyi ama, aç susuz, parasız pulsuz da yaşanmaz ya. Artık o bir nevi eşkıyadır ama silahsız da eşkıya olmaz ki! İlk vukuatını da silah elde etmek için Kavakdere Palamut Yokuşu’nda gerçekleştirir. Devriye görevi yapan iki jandarmanın önünü kesen Balo, onları etkisiz hâle getirmeyi başarır. Silahlarını, mermilerini alır. Artık köylere uğrayıp yiyecek toplayan Balo İsmail, bakar ki para da lazım, işi büyütür. Gittiği yerlerde kendisini “Eşkıya Balo” olarak tanıtıyordur artık. Daha da ileriye gider, zenginlerin evlerini basmaya, altın istemeye kadar götürür işi. Arada bir fakirlere de yardım ettiğinden dağlarda bir efsane olur.
Evlenecek gençler ondan yardım istemeye başlar. Balo, zenginlere talimatlar gönderip emirler verir. “Filancaya şu kadar altın versin, çocuklar evlenecek. Vermezse ben gelir alırım!” gibi emirleri şıp diye yerine getirilir.
Aslında Balo, insanlara iyilik etmeyi sevdiğinden yapmaz bunları. Halkın sevgisini kazanmak için yaptığı besbellidir…
Balo hakkında yalancı şahitlik eden iki çoban vardı ya; aylardır dağlarda yaşayan Balo, bu adamların da peşine düşer. Şahitlerden birisi “İmam Mehmet” lakaplı Mehmet Arıcı. İmam Mehmet, peşindeki intikamcıdan haberi olmadan, bir akşam üstü Kavakdere’deki evinden Akçalan ismiyle anılan bölgeye, eşeğiyle evine odun kesmek için çıkar. Bölgeye geldiğinde karşısında Balo’yu bulur. Hem de tam teçhizatlı.
Sakalları uzamış Balo ona sorar:
“Beni tanıdın mı İmam Mehmet?”
Mehmet titremeye başlar.
“Vallahi ben isteyerek yapmadım. Jandarma bize çok işkence yaptı, bizi yalan söylemek zorunda bıraktı,” dese de Balo, zorlukla geçirdiği yılların hırsıyla silahını ateşler. Hem eşeği hem de İmam Mehmet’i vurur. Mehmet’i kör bir kuyuya atar, eşeği ise vahşi hayvanlara bırakır.
İkinci şahit, Kanlılar’ın Abdurrahman’dır. Olay duyulmuş, Balo’nun intikamı bölgede bire bin katılarak anlatılır olmuştu. Bu hikâye Abdurrahman’ı çok korkutmuş, pılısını pırtısını toplayıp İzmir’de bir adrese yerleşmiş ve o adresi en yakınlarına bile söylememiştir.
Bu arada Balo, Hasan’ın oğlu Hüseyin’i de uzun zaman takip etmiş, söylenenlere göre birkaç kez nişan almış ama ateş etmeye kıyamamıştı. O sırada dört yıl askerlik yapan Hüseyin askerden yeni gelmiş. 25 yaşlarında olan Hüseyin’in zaten ne günahı vardı ki? Balo da yakınlarına “Kıyamadım çocuğa! Zaten onun bir suçu yok,” demiş.
BALO İSMİ SELÇUK’TAN URLA’YA KADAR KORKU SAÇIYOR!
Aradan yıllar geçtikçe Balo İsmail daha da ünleniyordu. Zenginlerden para topluyor, fakire fukaraya dağıtıyor, evlenecek gençlere ciddi yardımlar yapıyordu. Bu arada çok sayıda koyun ve keçi satın almış, bu hayvanları Arnavut Mehmet diye bilinen köylüye teslim etmişti Balo İsmail. “Af çıkacakmış, o zaman senden gelir alırım hayvanları,” diyerek onlara iyi bakmasını tembihlemişti.
O yıllarda özellikle Seferihisar’da bağcılık yaygındı. İnsanlar tarlalarındaki bağlarına çardak kurardı ama, Balo korkusundan geceleri kimse bağlarda kalmaya cesaret edemez olmuştu.
BALO’NUN SONU
Eşkıyalık, isteme ve alma üzerine kurulmuş bir sistem. Balo da yıllar içinde bunu biraz fazla abartmış, kendisine duyulan sempati yavaş yavaş yok olmaya başlamıştı. Evlenecek bir çift için Orhanlı’da parası pulu çok olduğu zannedilen Tahir Ağa’ya (Tahir Çevre) haber gönderir Balo, “Evlenecek çocuklar var, akşam geleceğim, on altın hazırlasın,” diye.
Tahir’in malı mülkü çok da altını, parası yok. İneklerini satmaya çalışır ama bunlardan ancak beş-altı altın alabiliyor. Balo söylediği günde gelip bakıyor ki Tahir’in altınları hazır değil.
Tahir yalvararak biraz daha zaman istiyor. Balo, “Peki öyleyse,” deyip, haftaya cuma geleceğini söylüyor. Ama altınları vermezse canını alacağını da ekliyor söylediklerine.
Verilen bir haftalık süre dolarken Tahir tedirgindir. Balo’nun acımadan adam öldürdüğünü biliyor. İstediği altınlar da olmadığına göre, Balo’nun onu vuracağından artık emindir.
Düşünüp taşınıyor. Can korkusu da içine işlemiş durumda. Hani ölüm korkusu insanı cesur yaparmış derler ya; Tahir’e de bir cesaret geliyor. Tahir’in evi, Manasır Temese Ovası denilen bölgedeki Pınarcık Tepesi’nin eteğinde. Kerpiçten yapılan bu evin yıkıntısı hâlâ orada durur.
Çocuklarını ve karısını uzaktaki manastıra gönderir Tahir. Yanına da duyma ve konuşma engelli çocuğu Mıstık’ı alır. Namludan doldurulma tek atışlık tüfeğini sandıktan çıkarıp sıkıca doldurur. Koyun ahırının yanındaki küçük tahta kulübeye gizlenir Balo’yu beklemeye koyulur.
Öte yandan iyice azan Balo’nun başına hükümet de ödül koymuş ama Tahir bundan bihaber elbette. O, canının derdinde…
Tahir kerpiç kulübenin içinde beklemekte. Yağmurluk bir gecedir. Bekler, bekler! Gece yarılanır ama Balo hâlâ yoktur ortada. Tahir’in tedirgin bekleyişi sürmektedir. Sonunda saat gelip sabah üçe dayanır ve Tahir, uzaklardan gelen bir ışık görür. Bir el feneri. Ertesi günü cumadır. Işık yaklaşır, yaklaşır, kulübenin önündeki küçük bir mazgala benzer deliğin önünde durur. Zaten Tahir Çevre de o delikten gözlermiş Balo’yu. El elektriğini sağa sola tutarak bakınanın Balo olduğunu anlar Tahir. Balo İsmail, Tahir’in evde olduğunu düşünmüş olmalı ki eve doğru bakarak, “Tahiiiir… Çık dışarıya ben geldim!” diye bağırır.
Tahir küçük delikten namluyu çıkarmıştır artık. Yirmi beş adım ötedeki Balo’yu yandan görüyordur ve silahı ateşlemek için uygun ânı kolluyordur. İyice nişan alır ama tetiğe basacak cesareti yok. Ya kaçırırsa, ya vuramazsa?
Beklemenin çaresi yok…
Olacak, olacak…
Ve tetiğe basar Tahir. Balo sarsılır. Öne doğru iki adım atar, “Yaktın beni Tahir” diye bağırıp yere yığılır. Tahir ve oğlu, Balo’nun ölüp ölmediğini anlayamaz ilkin. Ya Balo canlıysa ya mahsus yerde yatıyorsa… Soruların ardı arkası kesilmez.
Gün ışıyıncaya kadar dışarı çıkamazlar. Gün ağarınca bakıyorlar ki Balo yerde kanlar içinde hâlâ yatıyor ve yağan yağmurun getirdiği yapraklar Balo’nun vücudunda yığıntı yapmış. Ancak o zaman emin olabiliyorlar Balo’nun öldüğüne.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Tahir eşeğine atlayıp doğru Seferihisar Jandarma Karakolu’na koşturuyor ve silahını veriyor. “Balo’yu vurdum,” diyor ama Jandarma komutanı inanmıyor. Çünkü yıllardır jandarma bile ‘askerimizi öldürebilir nemelazım’ diyerek Balo’nun takibini bırakmış. Ancak hükümet doktoru, kaymakam ve savcı olay yerine gelip baktıklarında Tahir’in söylediğinin gerçek olduğu anlamışlar.
Tahir’in, Balo’nun başına konan ödülden haberi olmadığı gibi üzerine bir de hapisaneye gireceği korkusu taşıyor. Olayın soruşturma aşamasında Kaymakam Tahir’e Vali Bey’in kendisini davet ettiğini söylemesine de bu nedenle şaşırıyor. Hiç kimse Tahir’e adam öldürmüş gibi davranmıyor.
Makama giden Tahir’i Vali Bey bizzat ana giriş merdivenlerinde karşılamış çünkü kendisi çoktan Ankara’ya Balo’nun öldürüldüğü haberini vermiştir. Vali Bey, Balo’nun Ankara tarafından zaten öldürülme kararı olduğunu, bu konuda ceza olmadığını, aksine seni ödüllendirileceğini anlatır ve Tahir’e nasıl bir ödül istediğini sorar.
Kavakdere Köyü’nde Balo’nun mezarı
Tahir ödül ister mi?
Hapishaneye girmesin yeter ona.
“Hiç bir şey istemiyorum,” der…
Vali, Tahir’e, “Ne demek hiç bir şey istemiyorum!” diye kükrer. “Bir yıldır hükümetin aldığı karar gereği bu eşkıyayı kim öldürürse ödüllendirilecek deniyor. Sen devletimizden zengin misin?”
Tahir yine, “Hayır efendim hiç bir şey istemiyorum,” der.
Vali bir yandan konuşup meseleyi anlatmaya çalışıyordu bir yandan da Tahir’in üzerindeki yamalı elbiselerine ve topuğu çıkmış ayakkabısına bakıyordur. Derhal özel kalemine talimat verir: “Gidin Tahir’le çarşıya istediği kadar giysi, kumaş, ayakkabı ve iç çamaşırları alın. Ne kadar para isterse, Dahiliye Müdürü’nün bilgisi var, verin. Jandarma eşliğinde de köyüne götürün.”
Emir kesindir…
Tahir ile valinin özel kalem müdürü çarşıya gider ve mağazaları gezmeye başlarlar ama o, sadece bir yağmurluk, iki de çizme almakla yetinir. Para almayı ise asla kabul etmez.
Eşkıya Balo’yu öldürdükten sonra Tahir’e “Efe Tahir” denmeye başladı. Tahir Çevre’nin çocuk ve torunları bugün hâlâ Orhanlı Köyü’nde “Efe Tahir’in oğlu veya torunu,” olarak anılır.
Hasan ise, Gazeteci Yazar Mustafa Karabulut’un dedesidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.