Değerli Okurlar;
‘Adolf Hitler’ ismi zikredilince, bugün neredeyse tüm dünyâ milletlerinin zihinlerinde; altında katı bir ‘antisemitist psikoloji’ yer alan, tüm dünyâyı saran II. Dünya Savaşı yangınının kıvılcımını çakan kişi imajı yer alır.
Bu imaj, insanların zihninde haklı olarak yer alsa da tüm bu felâketin tek sorumlusu olarak, yalnızca bir birey gösterilebilir mi; ya da bu yalnızca bir kişinin sorumluluğu mudur, yoksa tüm bir topluma mâl edilmesi gereken bir olaylar zinciri midir gibi soruların cevaplarını aramak niyetindeyim. Yâni siyâsî târihin dışına çıkacak ve bir ölçüde, sonuçları tüm dünyâda kalıcı etkiler yaratan bu savaşın çıkış noktasına, hem Alman toplumu genelinde hem de Adolf Hitler özelinde, sosyal târihin perspektifinden bakmaya çalışacağız...
Ergenlik çağında, güzel sanatlara olan ilgisi ressam olmayı isteyecek kadar yoğun olan ve bir sanatçıya yakışır duyarlılıktan, insanların gözünde eli kanlı bir diktatöre dönüşecek değişim, Hitler’in kişiliğinde nasıl oldu da gerçekleşti? Bu, birden bire mi oldu; yoksa yavaş yavaş mı meydana geldi? Tamâmen kendi psikolojisinde gerçekleşen, hastalık gibi yayılan bir değişim miydi; yoksa yaşadığı toplum tarafından kendisine azar azar enjekte edilen, dayatılan bir önyargılar silsilesi miydi?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; tüm bu sorulara ve birazdan üzerine eğileceğim diğer noktalara cevap ararken, bu kez târihin yanı sıra sosyolojiden de yararlanacağım. Elbette ki târihî gerçeklerden yola çıkarak, yine târihî verileri kullanarak, târihsel bir meselenin üzerine eğileceğiz; ancak târihe yardımcı bilimlerin üst sıralarında yer alan sosyoloji vâsıtasıyla toplumun ve toplumsal psikolojinin ne gibi sonuçlara yol açacak gücü olduğunu, gözler önüne sereceğiz.
Yukarıda zikrettiğim üzere Hitler ne oldu da sanata karşı olan ilgisini kaybederek, özellikle I. Dünyâ Savaşı sonrasında ‘antisemitist’ bir eğilim göstermeye başladı ve temelinde aslında bu görüş yatan toplumsal değişim ilkesiyle yola çıkan ve çok büyük taraftar toplayan; DAP, NSDAP gibi siyâsî oluşumları meydana getirdi? Gestapo’nun illegâl faaliyetlerine, Reichstag Yangını gibi şâibeli olaylara, Uzun Bıçaklar Gecesi gibi ordunun güvenini kazanmak amacıyla yapılan; SS subaylarınca SA subaylarının katledilmesi gibi karanlık hareketlerin arkasında nasıl yer aldı?
Hitler’in tüm faaliyetlerinin arkasında yer alan temel felsefe, vasiyetinde de belirttiği üzere; başta Alman halkı olmak üzere tüm dünyâ milletlerinin, ‘zehir gibi tehlikeli olan’ Yahudîler ve Bolşevizm ile sonuna kadar mücâdele edilmesi gerektiği; bu iki unsurun kökünün kazınması gerekliliğidir. Yahudîlere olan düşmanlığı, daha çocuk sayılacak yaştayken, sanata olan düşkünlüğünün verdiği coşkuyla ve kendi deyimiyle; ‘iyi bir Alman sanat eseri, hak ettiği değeri görmezken, Yahudîlere âit olan sıradan bir çalışma, tam puan alıyor; bu da tüm mevkîleri işgâl eden ve birbirlerini kayıran Yahudî işbirliğinden ibâret’ şeklinde kendini göstermeye başlamıştı.
İlginç olan ise Hitler’in tüm girişimlerinin ve başlattığı -bugün hatalı olarak kabûl edilen- tüm olayların arkasında duran ve destek veren Alman toplumuydu. Ya bu halkın içinde hiç sağduyu sâhibi insan kalmamıştı ya da buna cevap olarak iddiâ edilebilecek şekilde, tüm muhalifler susturulmuştu. Aslına bakılırsa, bu çapta büyük bir yanlışa dur diyebilecek çok büyük kitleler olmalıydı; bunların tümünün imhâsı da imkânsızlık arz eder. Hitler, bir diktatör olsa da Alman milletini üstün saymış ve bir iç imhâ yoluna asla sapmamış, tam tersine gücünü düşmanlarına yöneltmiştir. Kaldı ki; diktatörlerin bile -en azından başlangıçta- halkın büyük desteğini arkasına aldıkları gerçeği unutulmamalıdır. Târihî gerçeklere dayanarak söyleyebileceğimiz ise gerçekten de Alman toplumunun Hitler’e verdiği tam destek ve tanıdığı sınırsız yetkidir. Yâni Hitler, tek başına çıkıp da tüm dünyâyı ateşe atmamış, salt kendi isteği üzerine bir dünyâ savaşı çıkarmamıştır. Zâten bu da imkânsızdır... Yaşanan tüm gelişmelerde, Alman toplumunun tümünün etkisi ortaktır. Neden ve nasıl mı? İşte varmaya çalıştığım asıl noktaya geliyoruz…
Örnekler vâsıtası ile açıklamaya çalışalım; orta yaşlarda bir insan düşünelim... Belirli bir eğitim düzeyi ve kişisel niteliklerinin yanında, birtakım önyargılara, duygu ve düşüncelere, çeşitli fikirlere ve sayılamayacak kadar fazla özelliklere sâhiptir. Bu insanla aynı toplumu paylaşan diğer birçok insan da belirgin ayrımların göze çarptığı kişisel özelliklerin dışında, fikir, düşünce ve önyargı alanında, aşağı yukarı onunla aynı değerlere sâhiptir. Şimdi, aynı yaşlardaki, fakat bu toplumun -hattâ mümkünse hiçbir toplumun- içinde yetişmemiş, hiçbir düşünce ve önyargıya temâs etmemiş bir insanın, âdetâ birdenbire var olarak, bu toplumun içine girdiğini varsayalım. Sizce bu insan, bu toplumun ortak değerleri hâline gelmiş, kalıplaşmış fikir ve önyargılara sahip olabilir mi? Kesinlikle hayır! Çünkü bu yeni birey, hiçbir toplumsal dayatma ile karşılaşmamış ve farkında olmadan, normal görünen fakat aslında kendi isteği dışında ona kabûl ettirilen ‘gerçeklerle’ karşılaşmamış olacaktır.
Her fert doğar, önce âilesinden, sonra diğer akrabâlarından, okulda öğretmenlerinden, arkadaş çevresinden, ilgilendiği sanat veyâ spor alanındaki çevreden, yöneldiği siyâsî oluşumdan ve daha sayabileceğimiz birçok faktörden etkilenir. Bu etkileşim hayat boyu sürer, ancak olgunluk çağına gelinceye kadar belirli bir temele oturur ve belirgin biçimde şekillenir. İşte söz konusu evreye gelinceye dek, içinde yaşanılan toplumun kabûl görmüş kuralları çerçevesinde, doğal sayılan birçok dayatma ve kabûle zorlanır. Birey, farkında olmadan tüm bu verilenleri, kendi bünyesine katar.
Elbette ki; bireye katılan tüm verilerin yanlış ve kötü olduğunu söylemeye çalışmıyorum… Tam aksine, örf ve geleneklerin bu vesîleyle öğrenilmesi sâyesinde, toplumsal bilinç oluşur ve millet kavramı şekil alır. Söylemek istediğim, kendi fikrimiz sandığımız birçok düşüncenin, aslında toplum tarafından bizlere kabûl ettirildiğidir. Hitler de bir toplumun içinde yetişmiş ve şüphesiz bu toplum, ona birçok şey katmıştır.
I. Dünyâ Savaşı’nda aldığı ağır yenilgi ile Alman Devleti neredeyse bitirilmiş, ‘Versailles Antlaşması’ ile Alman toplumu, tükenme noktasına gelmişti. Ordusu dağıtılmış, tüm silâh ve teknolojisine el konulmuş, uzak okyanuslardaki adaları paylaşılmış, uçak ve denizaltı yapmayacağı ve Avusturya ile birleşmeyeceği zorla taahhüt ettirilmiş; zorunlu askerlik kaldırılmış, en önemlisi de çok ağır bir tazmînât ödemeye mahkûm edilmişti. Tüm ekonomisi zaten alt üst olmuş, toparlanmaya çalışsa bile tazmînât yükü belini bükmüştü. Alman toplumu, bu büyük yenilgi ve kendilerine dayatılan ağır şartların altınca iyice ezilmişti. Kaos tüm topluma hâkimdi ve insanların psikolojileri alt üst olmuştu.
Savaştan mağlûp çıkan diğer devletlerin durumu da Almanya’dan farksızdı. Tıpkı Türk Ulusu’nun Sevr’in altında ezilmeye çalışılması gibi… İşte Alman halkı, tüm bu gidişâta dur diyecek olan Hitler’i bir kurtarıcı olarak seçerken, yaşanacak olan tüm felâkete de evet diyordu aslında. Çünkü hiçbir şey; kendilerince, düştükleri durumdan daha kötü olamazdı.
İşte bu şartlar dâhilinde ortaya çıkan ve hızla taraftar toplayan Hitler, kendi fikirlerinden ziyâde, o günkü Alman toplumunun tüm düşünce yapısının sûret bulduğu bir figürden ibâretti! Hitler’i diktatör yapan, Hitler’in elini kana bulayan, Hitler’i Yahudî soykırımına yönelten, kısaca Hitler’i Hitler yapan; bizzât Alman toplumunun kendisidir! O, bu toplum içinde yetişmiş, tüm o karanlık dönem boyunca ezilen halkın sesine kulak vermiş; bir nevî toplumsal patlamanın yüzü olmuştur. Fakat işte bundan sonra, yanlış bir yol seçmiş; savaşın karanlık yüzünü gören ve ondan uzak durması gereken bir toplumun ferdi olarak bundan ders almak yerine, bu kötü durumdan kurtulmak ümîdiyle, tüm bunlara cevap olarak yine savaş yolunu seçmiştir. Almanya, bu dönem îtibârı ile hızla silâhlanma yoluna gitmiş; bağlı ve karşıt devletlerin de cevap olarak hızla silâhlanmasına ve tüm dünyânın ikinci bir savaşın eşiğine adım adım sürüklenmesine öncülük etmiştir.
Hitler’in düşünce dünyâsını şekillendiren, kendi zihnine sâhip olduğu tüm fikirlerin tohumlarını eken Alman toplumu, kendi içinden çıkardığı bu temsilciye sonuna kadar destek vermiş; Hitler’in attığı her adıma da ortak olmuştur. Tabî ki; tüm kötü netîcelerin sonunda ortaya tek bir kişi ve birkaç suç ortağı sürülür. Elbette ki; tüm bir toplum, aslâ suçlu îlân edilemez. Bundan dolayı, her ne kadar Adolf Hitler yegâne suçlu olarak îlân edilse de, yukarıda sıraladığımız nedenlere dayanarak, Hitler’in o günkü Alman toplumunun iç dinamiklerinin sesi ve meyvesi olduğunu unutmamalıyız!
Niyetim, Hitler’i temize çıkarmak değil... Zâten böyle bir şey, mümkün de değil. Dikkatlerinizi çekmek istediğim nokta; toplumsal gücün ulaşabildiği boyutlardır. Bizler de bugün Türk Milleti olarak, Türk toplumunun birer ferdiyiz. Her birimiz, tarafsız olarak, fikir ve düşüncelerimizi gözden geçirmeli; kişisel görüşlerimizin birleşiminde ortaya çıkabilecek muhtemel gelişmeleri tasavvûr etmeye çalışmalıyız. Şüphesiz ki; toplumsal faydanın getirisi, bireysel olarak da yarar sağlayacaktır.
Lîderler, halkları peşinden sürükler gibi görünür. Oysaki o lîderleri kendi içinden çıkaran halk, toplum içinde belli aşamaları onlara kat ettirenin de ta kendisidir. Lîderler, içinden çıktıkları toplumun tüm özelliklerini yansıtırlar... Bu gerçekten hareketle, bir lîderin iyi ya da kötü yönde değerlendirilmesi; aslında temsil ettiği toplumun genel olarak değerlendirilmesi anlamına gelir diyebiliriz.
Esen kalın…
Sefa Yapıcıoğlu