Yol nereye dedi Derviş?
“Aramaya” dedi Meczup.
Neyi arıyorsun?
Onu bilmiyorum işte. Eğer bilseydim. Aramaya çıkmazdım.
Dervişin yüzünde haklısın der gibi bir tebessüm oluştu.
Yol boyunca birlikte yürüdüler.
Kâinat en çok aradığım yer diye tekrar söze başladı meczup. En çok bulduğum yer ise gönlümün viranesi. Ancak nerede aradığımı bilmiyorum. Nasıl arayacağımı da… Zaten bilmemek beni arayışa sürüklüyor. Bilseydim arar mıydım? O manevi hazza ulaşabilir miydim? Tıpkı insanın ne zaman öleceğini bilememesi gibi. Eğer bunun cevabını bilseydik, yapacağımız hiçbir işten lezzet alamazdık.
Aramak da böyle bir şey işte. Eğer neyi aradığımı ve nasıl aradığımı bilseydim bu yolda fazla gidemezdim.
Derviş Mezcup’u şaşkınlıkla dinliyordu. Her cümlesinde bir derinlik var diye geçirdi içinden. Zaten derinlik dediğimiz şey hakikatin özü değil miydi? Yine kâinattan ders almaya devam etti Derviş. Kendini tutamayıp söze atıldı.
Dervişliğini bir nebze olsun göstermek istiyordu. O kadar tekkelerde ders almamış mıydı?
O halde aramak derinliklerde kaybolmak değil midir?
Meczup, aramak derinliklerde kaybolmak değil; derinliklerde yolunu bulmaktır. Boğulmaktır. Çırpınmaktır. Kurtuldum sanıp tekrar aşağıya doğru çekilmektir. Elini yukarı kaldırdığında bir elin seni tutmasını beklemektir. O eli bulunca bırakmamaktır. Derinlik o yoldaki sabırdır. Eğer bu yolda ölürsen karınca misali ölmüş olursun. İbrahim’in ateşine su götüren karınca gibi “olsun; uğrunda ölürüm” dersin.
Derviş meczupların neden bu hâle geldiğini daha iyi anlamaya başlamıştı. Öğretileri bir hakikatin yansıması, bir kuşun cıvıldaması, ırmağın kenarında suyun yavaş yavaş akması gibiydi. Derviş aradığı cevabı yavaş yavaş buluyordu:
“Yanmak”
Derviş, o halde insan yanmalı dedi.
Bu sefer meczup haklısın der gibi bir tebessümle baktı ve şöyle dedi:
“Önce pişmek gerek.”