Hayatımızda yıllar içinde ne çok şey değişiyor fark etmesek de. İlk Avatar’ ı seyrettiğimde yıl 2009 idi. ilk filmde hissettiklerimi şimdi bu ikincisiyle daha iyi anlamlandırdığımı fark ediyorum. İlk film bize kendi Avatarımızı oluşturmak noktasında farkındalık sağlarken bu filmde içindeki gücü keşfetme teminin daha ağır bastığını görüyoruz.
İlkinde de Kullanılan teknoloji çok iyiydi. Hayal gücümüzü zorlayan çok farklı ayrıntılar vardı. Film tam bir modern teknoloji çağı filmiydi. İkincisini merakla beklemekteydik. Beklediğimize de değdiğini düşünüyorum. Biraz daha ilerleyen teknolojinin filmde çok daha zengin görseller yarattığını görüyoruz. Yönetmenin nereden esinlendiğine dair pek çok görüş olmasına rağmen yarattığı kahramanların bu ikinci filmde de insanoğlunun uçsuz bucaksız zihnine bir yolculuk yaptırdığını şahit oluyoruz.
Bugün evrende bizim henüz tanımadığımız ama varlığını kabul ettiğimiz pek çok farklı varlık olduğunu kabul ediyoruz. Filmde daha öncekinde olduğu gibi yine Na’vi halkının varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kalmasına işleniyor. Ancak bu defa Pandora evreninde farklı bir yolculuğa çıkıyor ve suyla tanışıyoruz. Ama bunun sıradan bir tanışma olmadığını söylemeliyiz. Uykuyla uyanıklık arasında hayal edebileceğimiz zenginlikte ve renkte bir evrenle karşılaşıyoruz. Neresinden bakarsak bakalım tam bir görsel şölen. O renk kullanımı, değişen renk yansımaları, yaratılan deniz hayvanları, adalar, yaşam alanları, kutsal kabul edilenler, yaşam ağacı… Filmin otuz dakikasından sonra nereyi takip edeceğinizi şaşırıyorsunuz. Yedinci sanatın hakkını verdiğini bir kere daha kabul ediyorsunuz. Filmin tam bir teknolojik başyapıt olduğunu söyleyenler çok haklı. Bunda sonraki dünyanın teknoloji üzerine döneceği düşünülürse teknolojik estetiğin de daha çok konuşulacağını söyleyebiliriz.
Filme destansı demek hiç de abartı olmaz bence. destanı destan yapan kahramanın yolculuğu ve sonunda mutlaka adiliyeti sağlaması, savaşı kazanması ve etik değerlerin kazanımını görürsünüz. Avatar 2 de de gördüğümüzün bu olduğuna inanıyorum. Simurg öyküsünde anlatıldığı gibi öncelikle içimizdeki gücün farkına varmayarak bir arayış yolculuğuna çıkarız. Bu yolculuğumuz sırasında da aradığımız gücün ve inancın içimizde zaten var olduğunu fark ederiz. Bunu için bedeller öderiz, ödediğimiz bedeller bizim varoluş ve farkına varış yolculuğumuzu tamamlamamızı sağlar. Kahramanımız Jake Sully de, her ne kadar kendi topraklarında halkı zarar görmesin diye çıktığı yolculukta ailesiyle bedeller ödemek zorunda kalır.
Peki bu film bize ne anlatıyor? Arkamıza yaslanıp bu görsel şölenin tadını çıkarırken sevgili zihinlerimiz ne almalı bu filmden? Öncelikle ilkinde olduğu gibi yine bizi egosantrik bir bakış açısı karşılıyor. Evrenin sadece bizim için yaratıldığı olgusu. Bize böyle sorulsa hiçbirimiz bu evren tabi ki bizim değil deriz ancak kaynaklarını düşünmeden kurutan, yok eden insanoğlu farklı gezegenlerdeki yaşam formlarına yaşama hakkı tanımama tarafında. Evren olarak değil de dünya olarak baktığımızda bunu pek çok örneğini tarihte de görmekteyiz. İnsanoğlunu yıkıcı yüzü tarih tekerrürden ibarettir, sözünü hiç yadsımayacak şekilde gelecekte de yerini alıyor. En acısı da şu ki: ne kadar ilerlersek ilerleyelim savaşlar, yıkıcılık, yok etme hep bizimle olacak. Dolayısıyla gelecek düşüncesinde güç, gücü kullanma, zayıf olarak görüleni yok etme, iktidar olma, hep daha fazlasını isteme var olmaya devam edecek.
James Cameron bizi harika bir dünyaya götürüyor. Din kitaplarında anlatılan cennet betimlemeleriyle bizi baş başa bırakıyor ancak bir taraftan da tetikte olmamızı alttan alta işliyor. Şimdiden Avatar 3 ü beklemeye başladık. Bizi yine güzel bir maceranın beklediğini biliyoruz ancak zihin dünyamıza neyi enjekte edeceğini şu anda bilmiyoruz. Kim bilir belki de bizi başka misyonlar beklemektedir.