Kimi insanlar virüse yakalanmamak için mücadele ederken, kimi insanlar ise yakalandıkları virüsten kurtulmak için mücadele ediyor.
Hastaneler, virüsün yerle bir ettiği insanlarla doldu taştı.
Çok ağır olmayan insanlara evlerinde tedavi süreçlerine tabi tutulurken, neredeyse her mahalle de birkaç apartman karantina altında.
Sokağa çıkma yasağı uygulamasına bile gerek olmayacak kadar, korkudan dışarıda gezinen insan sayısı da iyice azalmaya başladı.
Sağlıkla değil, yaşamak için bu kadar mücadele ederken, hala ekonomik dengelerden, ekonomik olarak gelir kaybından, zarardan bahsedenleri anlamakta güçlük çekiyorum.
Virüsün bu kadar tehlikeli olduğunu bilebilecek birisi olsaydı, eminim ekonomik olarak da tedbirlerini ama kurumsal, ama kişisel alırdı.
Yoldan geçerken gördüğüm koca kafeteryanın kapalı olduğunu görünce orada çalışan kaç insanın artık işsiz olduğunu, orayı açan işletme sahibinin aylık kaç para kira verdiğini ve hiç para kazanamadığını düşündüm.
Ama gel gör ki, orta da, ‘Yaşadığına şükret’ diyen bir yaşam süreci içindeyiz.
Milyonlar öldü, daha kaç milyon hayatını kaybedecek ve o milyonun içinde biz de olacak mıyız onu kimse bilemiyor.
Bilim adamları, denediler, denettirdiler, bir faz, iki faz, üç faz yaptılar ve sonunda aşıyı da buldular.
Yakın zamanda dünyada bütün insanlar ölümden kurtulmak ve ölüm korkusu içinde yaşamaktan kurtulmak için aşı olmaya başlayacak.
Dilerim dünyanın tamamı bu illet virüsten, daha çok canları kaybetmeden kurtulur.
Ancak başka bir ülkede yaşayamam tartışması da şimdiden başladı.
‘Aşıyı vurulmam’, ‘Yan etkisi fazla’, ‘Aşının altında başka şeyler var’, ‘İnsan metabolizmasıyla oynayacaklar’ diyerek sosyal medya dedikodusu yapanlar da çoğalmaya başladı.
Başka ülkede bilim adamlarının bulduğu şeye dört elle sarılırlar, hayata tutunmak için ama konu bizim ülkeye geldiğinde önce bilim adamları, sonra da onların bulduğu çareler tartışılır ne hikmetse.
Hala bir doktora gidip görünen, sonra o doktora güvenemeyip, noter gibi bir başka doktora da o doktorun söylediklerini ve yaptıklarını soran zihniyetin ürünleriyiz.
Bizim toplum olarak en büyük eksikliğimiz güven eksikliği.
Hala bunu aşamadık.
‘Babama bile güvenmem’ diyen atasözün sahip bir toplumda da, bu güven duygusunu oluşturması oldukça güç.
Milyonda bir de olsa hatalı olmasa da, beklenmeyen sonuçların olduğu süreçlerin haberlerini yaparak sanırım biz basın organları da bunun bir parça suçlusuyuz.
Bu güven duygusunu hep birlikte inşa etmek ve birlikte güven içinde yaşama zorundayız.
Yoksa birbirimizi öldürerek güveni mezarda buluruz ancak.