Göğümden kaçan bir bulutum ben bayım, kalbimdeki savaşlar ölü çocukların cesetleriyle son buldu.
Ne kaybedeni, ne de kazanıyım hayatın.
Saatler durmuş, takvimsiz ve mevsimsiz dönemlerimdeyim. Artık korkmuyorum istediğiniz gibi çiğneyebilirsiniz çiçekleri, nede olsa yüreğimdeki bahçeme el uzatamayacaksınız. Bakın bayın denizlerim de kurudu, beni gemiyi yakmakla da korkutamazsınız zira geminizi yüzdürebileceğiniz sular yok burada. Görüyor musunuz bayım hayatın bana yaptıklarını? Yani diyeceğim o ki; size yapabileceğiniz bir şey bırakmadı. Ben ki uzun zamandır plastik bir çiçek gibiyim, yapraklarım renkli ama yaşamıyorum. İnsan yanımın cenazesini de kaldıralı çok oldu.
Hissetmiyorum artık!
Ruhsuz bir bedeni peşimde sürüklerken anladım
Yaşamak: sadece nefes almak değilmiş. Ben karanlıklar prensesiyim, yüreğim ışıklarını kapattığından beri.
-ki görüyorum bayım sizin ışığınız kendinize bile yetersiz.
Kalbimden acı tütüyorum, sayri bir hayatın mahkumuyken, üzgünüm bayım bir kaç milyon yıl tutamam ben sizin ellerinizi...
Ah bayım! Kalbimin altında birikmiş yalnızlıklarım var benim. Kendilerine çoklaştıkça, bana yoklaştı sevdiklerim.
Ne kadar çok geç kaldıysalar, bir o kadar da silikleştiler. Var ile yok arasında sıkışıp kalırken onlar, geciken her bir hayatın, viran olmuş kentlere benzediğini görmek istemediler.
Biliyor musunuz bayım ne kadar yaş alsanda bir türlü büyüyemiyorsun böyle bir hayatta. Kaybettirilen her an'ın için büyümek istemiyorsun aslında.
Ne acı ki bayım
Zamansız gülüşlere teslim oldum ben
Zamansız yağmurlar yağdı hep arka bahçemde.
Zamansız sızılarla baş başayım gecelerde.
Zamanın, zamansızı olarak geçecek adım takvimlerde,
Çünkü; hep yarım kalacak ömrüm, ölümün ertesinde...
Görüyorum artık, bayım!!!
Ne ben hüzünden arınmış cümlelere yüklem olabildim, ne de sevdiklerim huzuru getiren cümlelere özne olabildiler. Ben onlarla bayım... Evet, evet ben onlarla küstahca kurulan cümlelerde çok fazla anlam kaybettim...
Bakın bayım. Çok kül olmuşluğum var benim, içimdeki lav nehrinin kıyısında volkan taşlarından oluşan koca bir kent var. Gece, gökyüzü olduğundan da geniştir bayım. Karanlık çökünce nehrime, minik minik perilerler uçuşuyor rengarenk kanatlarıyla.
Siz bilir misiniz bayım yaşamak isterken ölmeyi?
Acılarımın doğurduğu çocuklarım benden de büyükler bayım.
Ne bir ayak sesi, ne bir nefes, ne bir gören var yitip gidişimi. Dağıldım ben bayım içimdeki lav nehrinde saklı küllerim. Şimdi siz ışığı cılız bir deniz fenerinin dibinde soruyorsunuz bana " Nereden geldin? " diye. Ben savrulup duruyorum karanlığın gemisinin içinde bayım. Başı omzuna ağır gelen birini görmüştüm bir keresinde. Saçları benim gibi taranmış, gözleri de aynı benim gibi hüzünle çevrilmiş. Çok üzüldüm ben bayım, yüreğim dayanmaz benim, bir gül dalından kopup, suya konulduğu vakit.
Çok denedim ben.
Çok denedim!
Zehir tadındaki bu hayata alışmak için. Aslında uzun yolları da severdim ben dünyam başıma geçmeden evvel.
" Büyümek " bayım. Büyümek ki, tüm sevinçlerimi alıp götürdü ellerimden. Dört duvar, içinde yıkılmış bir ağaç ve yanında duran ben... Dibini kazıyorum ömrümün. Bir hafta sonunda, bir öğle vaktinde yada bir kaç saatimde... mutlu bir anımı arıyorum. Duvardaki saatin neden çalışmadığını sormayın bana. Korkuyorum ben bayım.
Evet çok korkuyorum! Bir gülüş, içten bir tebessüm etmeden veda edeceğim diye hayata.
Ah bayım herkes bir parça aldı götürdü benden, ben de kendimi unuttum gidenleri izlerken. Yaslarım ve kaygılarım kapladı tüm dünyamı. Deniz deniz dolaşıyorum ben bayım belki bir tanesi açar bana masmavi kapısını diye.
Ben acıları sanatıyla öğrenen bir işçiyim.
Biliyormusunuz? Bir gün bile kaytarmadım. Bu yüzden, sırf bu yüzden ödül almalıyım. Kırgınlığım kendime benim bayım, nasıl izin verdim diye... Yüreğim, gözlerime boşalıyor, söyleyin bana şimdi nasıl alırım gönlümü?
Ağacı yontup suda yüzdürülmesi, o ağacın kurumasına engel değil, hele ki tüm tayfası sarhoşsa, tüm tayfasının kalbi koflaşmışsa. Yazık değil mi bayım o ağaca kim bilir ne hayalleri vardı toprağında. Kim bilir hangi kuşla randevusu vardı bir sonraki bahara. Dolaştığım denizlerde ben en çok sandallara acıdım bayım.
Denize hapsedilmiş sandallara!
İşte sonradan anladım mavinin özgürlük olmadığını. Özgürlük ve mutluluk hakkımı kuşlara emanet ettim bende. Kalbim, içime çekildi bayım. Kızgınlığım artık bir tek kendime. Nasıl inandım diye... Ben kendimi kendim mahvettim bayım, söyleyin şimdi nasıl keseyim cezamı. Güneşin ağırlığı çökerken her sabah omuzlarıma, git gide uzaklaşırken hayattan şimdi ben nasıl yaşayayım.
Benim yüreğim saray odalarında, balo salonlarında gezinmeyi bilmez bayım.
Küçük bir odanın içinde soba üzerinde kestane pişiren yoksul bir aşkın güzelliğinden bahsedeyim size.
Bir fotoğrafta mutlu iki çift gözün güzelliği yıllar geçse de eskimez.
Sahi var mı sizinde öyle bir fotoğrafınız?
Ben zannetmiyorum.
Bir şiir durağından el ele binip, mısralarda da hiç kaybolmamışsınız belli.
Yarınlarınızı erteleyip, bugünlerinizi yitiriyorsunuz
Ödediğiniz her çay için bir parça almaya alışmışsınız siz bayım.
Daha önceden tanımadan, yaralarını sarmadan, sevinçlerine değmeden, gülüşlerinden öpmekte ne demek?
Yalana ve erkekliğe büyütürken bedeninizi, ruhunuzu sevmeye ve huzura aç bırakmışsınız.
Sizi olduran ne varsa yok sayıp, olmadığınız gibi gözükmekten yorulmadınız mı?
Ben elmayı çok severim, çiçekleri de dalında
Baharatların kokusunda gezinmekte bir başka
Çağırmayın beni
Çağırmayın!
Hayat başıma vura vura öğretti bana
Hikayelerin başına değil, sonuna bakmayı
Ve siz bayın lütfen çekilin önümden
Çünkü, görebiliyorum aşka hiç yakışmıyorsunuz!!!
Böyle bir sayri hayata, deva değil çile olursunuz.