Değerli Okurlar;
Târihte eşine az rastlanır biçimde seyretmiş sınırlı sayıdaki vâkânın büyük bölümü, yine Türk târihi içerisinde cereyân etmiştir dersek, sanırım hiç de haksız bir iddiâda bulunmuş olmayız. İki bin yıldan daha uzun süredir, yalnızca yazılı târihçe kayıt altına alınan ve imkânsızlık sıfatı yakıştırılan nice başarının arkasında hep Türk elinin olması, şüphesiz ki söz konusu savımızı güçlendiren en önemli koz olmalıdır.
Sözü çok fazla uzatmadan, zikredilen alanda peydâh olmuş ve hem ilginçliği hem de trajikomik niteliği ile dünyâ harp târihi literatüründe hâfızalara kazınan; ancak ülkemiz sathında pek az bilinen bir olaya temâs etmek istiyorum: ‘Şebeş Zaferi’…
Şebeş Muharebesi’ni İlginç Kılan Ayrıntılar Silsilesi
İster Tanrı’nın görünmez eli ile Türk’e yardımı deyin, ister düşman cenâhının gaflet ile gözlerini örten aymazlığı; Osmanlı Devleti’nin en müşkül devirlerine henüz intikâl ettiği âcizâne bir dönemde, tek kurşun atmadan ve tek kılıç savurmadan, Avusturya ordusuna galebe çaldığı bir garip mücâdelenin ‘gerçek’ öyküsüdür bu…
Olaylar, 1788 yılının 17 Eylül akşamında gerçekleşir. Yaklaşık olarak 100.000 kişilik Avusturya ordusu, Osmanlı ordusu ile savaşmak için ‘Karánsebes Kasabası’ (günümüz Romanya’sındaki Caransebeş) yakınlarında kamp kurar. Askerlerin bir kısmı, Osmanlı askeri aramak için nehrin karşısına geçer; ancak tüm çabalarına rağmen herhangi bir Osmanlı askerine rastlamazlar.
Bu sırada denk geldikleri çingene konvoyu, askerlere içki fıçısı satışı önerir. Bu tekliften memnun kalan askerler, Osmanlı askeri aramak için çıktıkları yolda; âdetâ içki partisi vermeye başlarlar. Daha sonraları bu ekibin geri dönmemesinden dolayı şüphelenen Avusturya ordusu, askerlerinden bir kısmını da bu ekibi aramak için yollar.
Bu piyâde ekibi, içki partisindeki askerleri görünce geri dönüp bilgi vermek yerine, âleme katılmak isterler. Ancak, orada bulunan ilk ekip olan ‘Hussarlar’, içkilerini sonradan gelen piyâdeler ile paylaşmak istemezler ve içki fıçılarının etrafını sararak, fıçıları korumaya çalışırlar. Çıkan tartışma esnâsında, askerlerden birisi tüfeğini ateşler ve ortalık karışır. Patlak veren çatışma sırasında bazı piyâdeler, çakırkeyif olan Hussarlar’ı korkutmak için ‘Turciiii! Turciiii!’ diye bağırırlar ki; bu, ‘Türkler’ anlamına gelmektedir.
Hussarlar, gerçekten de Türklerin geldiğini düşünüp kaçmaya başlarlar; ancak bu olayın bir korkutma taktiği olduğunu anlamayan ve bilmeyen bir takım piyâdeler de kaçmaya başlarlar. Avusturya ordusu, âdetâ toplama kampı gibidir; İtalyanlar, Slavlar, Avusturyalılar ve çeşitli azınlık gruplardan oluşmaktadır ki; bu sebeple aralarında iletişim sorunu olmakta ve birbirlerini anlayamamaktadırlar.
Askerlerin kaçıştığını gören Avusturyalı subaylar, Almanca ‘durun’ anlamında ‘Halt! Halt!’ diye bağırırlar; ancak işler daha da kızışır. Çünkü Almanca bilmeyen diğer askerler, bunu, asırlarca Osmanlı akıncılarının dillerine pelesenk olduğu kadar, Orta Avrupalıların da kulak ve havsalalarına korku mesajı yüklü bir biçimde nakış gibi işleyen ‘Allah! Allah!’ nîdâsı şeklinde algılamışlardır.
Süvârîlerin kampa doğru dörtnala geldiğini gören bir birlik kumandanı, Osmanlı akıncılarının saldırısına uğradıklarını zannedip topçulara ateş emri verir. Bu sırada, çatışma sesini duyan askerler, ne olduğunu anlayamadan kaçmaya başlar. Birlikler, her gördükleri gölgeyi ‘Türk’ zannedip vurmaya başlar; aslında ateş ettikleri, kendi askerleridir.
Bu kargaşa sonucunda, tüm ordu geri çekilir. Avusturya İmparatoru ve Başkomutan Arşidük II. Joseph, atını küçük bir çaya sürerken, attan düşüp sakatlanır. İki gün sonra olay yerine ulaşan Osmanlı ordusu, 10.000 kadar ölü ve yaralıyla karşılaşır; Karánsebes şehrini ise hiçbir direniş ile karşılaşmadan ele geçirir. Bu savaş da(!) târihteki en ilginç savaşlardan birisi olarak, tozlu raflardaki yerini alır...
Esen kalın…
SEFA YAPICIOĞLU