Çok önceden tanımak isterdim seni.
Müşterisi fazla olmayan, sadece bilmesi gerekenlerin, bir de
bizim gibilerin bildiği,
çok az kişinin uğrağı olan
tenha bir çay ocağında tanımak isterdim.
Düşünsene,
havanın nasıl olduğu bile anlaşılmıyor.
Üstü özensizce, etrafı binalarla kapanmış bir mekan.
Karşılıklı ikişer tahta tabure,
ortalarında küçücük, renk renk boyanmış masalar...
Bak, tahta taburelerde
bizden başka iki müşteri daha var.
Oturanlardan biri,
sigarasının dumanını ayak uçlarına indirircesine çekiyor içine.
Çaycı, özenle tavşan kanı çaylar hazırlıyor bize ve iki müşterisine.
Çay kazanının buğusu üzerindeki çaydanlığı titretiyor.
Ben seni bir gün,
görüldüğü gibi olmayan insanlar gibi;
uzaktan masmavi, yanına gelince boz bulanık sularının olduğu,
bir denizin dalga kıranları üstünde tanımak isterdim.
Bak, deniz miskin mi miskin; dalgalarını zar zor getiriyor kıyıya.
Sabahın daha ilk saatleri.
Arada bir martı sesleri geliyor uzaklardan.
Ekmeğinin derdinde bir simitçi geçiyor.
Ara ara ve uzatarak; taze simit, diye bağırıyor bizden tarafa bakıp.
Sanki gökyüzü bir şeyler anlatmaya çalışıyor homurdanarak.
Korna ve motor sesleri artıyor giderek.
Hava ılık mı ılık.
İşte ben seni tam da o zamanda tanımak isterdim.
Ben pek gitmem.
Sen de sever misin bilmem.
Ben seni
mis gibi kahve kokularının içinde bir kahve diyarında tanımak isterdim.
Fincanın kenarında bir lokum,
bir de küçük çikolata var.
Kalabalık... ama arada bir cilveli gülüşmeleri saymazsak hiç kimsenin sesini duymuyoruz; sağırız.
Ben seni
tesadüfen gittiğim bir sinema salonunda, tesadüfen yan yana oturduğumuzda tanımak isterdim.
Konuşmuyor,
sadece nefeslerimizi duyuyorken tanımak isterdim.
Ben seni çok önceden,
Ben seni tanımak istediğim zamanda,
Ben seni tanımam gereken en güzel zamanda tanımak isterdim.