Değerli Okurlar;
Kudüs hakkındaki son gelişmelerin ardından, zâten son yıllarda ülke gündemini oldukça meşgûl etmekte olan Ayasofya’ya dâir müze yapısının ilgâsı ve asırlarca hizmet ekmekte olduğu üzere tekrar câmî olarak hizmet vermesi gerektiği hakkında görüşler; bir misilleme edâsı ile toplumsal açıdan, yeniden yükselen bir sese dönüşmüş gibi görünmektedir.
Söz konusu görüşler doğrultusunda, ilgili yapının kullanım maksatları ile her birinin değerlendirmesine yönelik yorumlarda bulunmadan önce, iki bölümden oluşacağını öngördüğüm yazının bu ilk bölümünde; son derece köklü bir geçmişi olan Ayasofya’nın târihine bir göz atmak gerektiği kanaatindeyim…
Günümüze ulaşan Ayasofya binâsı, aslında aynı yere inşâ edilen üçüncü kilise olması dolayısı ile ‘Üçüncü Ayasofya’ olarak da zikredilir. Bizans târihçilerinden Socrates Scholasticus, Theophanes, Nikephoros ve Gramerci Leon gibi isimlerin, Birinci Ayasofya’nın yapımına ilişkin kayıtlarında farklı açıklamalar bulunmaktadır. Bâzılarına göre kilisenin yapımı; MS 324 ile 337 yılları arasında tahtta olan ve İstanbul’u, Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olarak inşâ ettiren; Hristiyanlığı, imparatorluğun resmî dîni îlân eden Roma İmparatoru Büyük Konstantin (Bizans’ın ilk imparatoru I. Constantinus) tarafından başlatılmıştır. Fakat kesin olan; inşânın 337 ile 361 yılları arasında tahtta olan oğlu Constantius II tarafından tamamlanmış olduğu ve ilk Ayasofya kilisesinin açılışının ise 15 Şubat 360’ta, Constantius II tarafından gerçekleştirilmiş olduğudur.
Socrates Scholasticus’un kayıtlarından; gümüş kaplı perdelerle süslü ilk Ayasofya’nın, Artemis Tapınağı üzerine inşâ edilmiş olduğu öğrenilmektedir. Adı; “Büyük Kilise” anlamına gelen ilk Ayasofya Kilisesi’nin ismi, Latince’de; Magna Ecclesia ve Yunanca’da ise Megálē Ekklēsíā idi. Eski bir tapınak üzerine inşâ edildiği belirtilen bu yapıdan, günümüze ulaşan bir kalıntı bulunmamaktadır. 20 Haziran 404’te, Konstantinopolis Patriği Aziz Yannis Khrysostomos'un, İmparator Arcadius'un eşi İmparatoriçe Aelia Eudoksia ile çatışmasından dolayı sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyânlar sırasında; bu ilk kilise yakılarak, büyük ölçüde tahrîp olmuştur.
İlk kilisenin, isyânlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius, bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere, ikinci bir kilisenin inşâ edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya’nın açılışı, onun zamânında; 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir. Mîmar Rufinos tarafından inşâ edilen bu İkinci Ayasofya da yine bazilika plânlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. İkinci Ayasofya'nın 381'de, İkinci Ekümenik Konsil olan Birinci İstanbul Konsili'ne; Aya İrini ile birlikte ev sâhipliği yaptığı sanılmaktadır. Fakat bu yapı da Nika İsyânı olarak bilinen isyân sırasında; 13-14 Ocak 532’de yakılıp yıkılmıştır.
İkinci Ayasofya’nın, 23 Şubat 532’de yıkımından birkaç gün sonra; İmparator I. Jüstinyen, öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen tüm imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşâ ettirmeye karar verdi. Jüstinyen, bu işi yapacak mîmarlar olarak; fizikçi Milet'li İsidoros ile matematikçi Tralles'li Anthemius’u görevlendirdi. İnşâda kullanılacak olan malzemeleri üretmek yerine, imparatorluk topraklarında yer alan yapı ve tapınaklardaki yontulmuş hazır malzemelerden yararlanmak yoluna gidilmiştir. Bu yöntem, Ayasofya’nın inşâ süresinin çok kısa olmasını sağlayan etkenlerden biri olarak kabûl edilebilir. Böylece binânın yapımında, Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan (Heliopolis), Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların, altıncı yüzyıl olanaklarıyla nasıl taşınabildiği de ayrıca ilginç bir konuyu oluşturmaktadır. Kaplama ve sütunlarda kullanılan renkli taşlardan; kırmızı porfir, Mısır; yeşil porfir, Yunanistan; beyaz mermer, Marmara Adası; sarı taş, Suriye ve kara taş, İstanbul kökenlidir. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen taşlar da kullanılmıştır. İnşaatta on binden fazla kişinin çalıştığı belirtilir. İnşaat sonunda, Ayasofya Kilisesi, günümüzdeki hâlini almıştır.
Kilisenin ilk mozaiklerinin yapımı, 565 ile 578 yılları arasında tahtta olan II. Justin döneminde tamamlanabilmiştir. Kubbe pencerelerinden sızan ışıkların duvarlardaki mozaiklerde oluşturdukları ışık oyunları, dâhiyâne bir mîmârîyle birleşerek, izleyicilere büyüleyici bir atmosfer yaratmaktaydı. Ayasofya, İstanbul’a gelen yabancılar üzerinde öylesine büyüleyici, derin bir etki bırakmıştır ki; Bizans döneminde yaşayanlar, Ayasofya’yı "dünyâda tek" ("singulariter in mundo") olarak nitelemişlerdir. Fakat yapılışından kısa bir süre sonra, 553 ve 557 depremlerinde, ana kubbe ile doğu yarım kubbesinde çatlaklar belirdi. 7 Mayıs 558 depreminde ise ana kubbe tümüyle çöktü ve ilk ambon, ciborium ve sunak da ezilerek yok oldu. İmparator, derhâl restorasyon çalışmalarını başlattı ve bu çalışmanın başına da yine Milet’li İsidoros’un yeğeni; genç İsidorus’u getirdi. Depremden ders alınarak, bu kez yeniden çökmemesi için kubbenin yapımında, hafif malzemeler kullanıldı ve kubbe eskisine kıyasla 6,25 metre daha yükseğe yapıldı. Restorasyon çalışması, 562 yılında tamamlandı. Ayasofya’nın daha sonra uğradığı tahrîbâtlar arasında; 859 yangını, bir yarım kubbesinin düşmesine neden olan 869 depremi ve ana kubbesinde hasâra yol açan 989 depremi sayılabilir. 989 depreminden sonra, İmparator II. Basil, kubbeyi Agine ve Ani’deki büyük kiliseleri inşâ eden; Ermenî mîmar Trdat’a tâmir ettirmiştir. Trdat, kubbenin bir kısmını ve batı kemerini onarmış; kilise 6 yıl süren onarım çalışmasından sonra, 994’te yeniden halka açılmıştır.
İlginç bir nokta da Ayasofya’nın insan eliyle tahrîbâtı ya da yağmalanmasının bir başka dinden olanlar tarafından değil de, yine Hristiyanlar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. IV. Haçlı Seferi sırasında, Venedik Cumhuriyeti'nin kör hükümdârı Dandolos komutasındaki Haçlılar; İstanbul’u ele geçirip Ayasofya’yı tam anlamıyla yağmalamışlardır. Bu olay, Bizanslı târihçi Niketas Choniates'in kaleminden ayrıntılı olarak öğrenilmektedir. Ayasofya’dan alınanlar arasında; Hz. İsa’nın haçı, çeşitli azizlerin kemikleri ve diğer “kutsal emânetler” ile altın ve gümüşten yapılma değerli eşyâların bulunduğu ve kapılardaki altınların bile sökülmüş olduğu belirtilmektedir. Latin İstilâsı (1204–1261) olarak anılan bu dönemde, Ayasofya, Roma Katolik Kilisesi’ne âit bir katedrale dönüştürülmüştür. Ayasofya, 1261’de tekrar Bizanslılar’ın kontrolüne geçtiğinde; harap, virâne ve yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı. Binânın batısındaki dört istinât unsuru, muhtemelen bu dönemde yapılmıştır. 1317’de, imparator II. Andronikos Palaiologos, binânın kuzey ve doğu kısımlarına da istinât unsurları ekletti. 1344 depreminde, kubbede yeni çatlaklar belirdi ve 19 Mayıs 1346’da; binânın çeşitli kısımları da çöktü. Bu olaydan sonra kilise, 1354’te Astras ve Peralta adlı mîmarların restorasyon çalışmasının başlamasına kadar kapalı kaldı.
İstanbul’un, 1453’te Osmanlı Devleti tarafından fethinden sonra; fethin sembolü olarak, derhâl Ayasofya Kilisesi câmîye dönüştürülmüştür. O sıralarda, Ayasofya harap bir hâldeydi. Bu durum, Kordoba soylusu Pero Tafur ve Florentine Cristoforo Buondelmonti gibi Batılı ziyâretçilerce de betimlenmektedir. Ayasofya’ya özel bir önem veren Fâtih Sultan Mehmed, kilisenin derhâl temizlenip câmîye çevrilmesini emretti; fakat adını değiştirmedi. İlk minâresi, onun döneminde inşâ edilmiştir. Osmanlı sanatı, bu tür yapılarda, taş kullanmayı tercih etmekle birlikte; minârenin hızla inşâ edilebilmesi amacıyla, ilk minâre tuğladan yapılmıştır. Minârelerden biri de sultan II. Bayezid tarafından eklenmiştir. 16. yüzyılda, Kânûnî Sultan Süleyman, fethettiği Macaristan’daki bir kiliseden, Ayasofya’ya iki dev kandil getirtmiştir ki; günümüzde bu kandiller, mihrâbın iki yanında yer alırlar. 1453’de kilise, câmîye dönüştürüldükten sonra; Fâtih Sultan Mehmed’in gösterdiği büyük hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrîp edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır); yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler, bu sâyede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Câmî, müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır.
1930 ile 1935 yılları arasında, restorasyon çalışmaları nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da; Mustafa Kemâl Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında; çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir. Ayasofya, Mustafa Kemâl Atatürk’ün isteği üzerine; Bakanlar Kurulu’nun, 24 Kasım 1934 târih ve 7/1589 sayılı karârıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935’te ziyârete açılan müzeyi, Atatürk, 6 Şubat 1935 târihinde ziyâret etmiştir. Yüzyıllar sonra, mermer zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi ve insan figürlü mozaikleri örten sıvanın kaldırılmasıyla da muhteşem mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmıştır. Çalışmalar, hâlen çeşitli uluslardan bilim insanlarınca sürdürülmektedir.
Buraya kadar, oldukça köklü bir mâzîye sâhip bulunan Ayasofya’nın târihi hakkında, önemli noktalara dâir bilgilendirmede bulunmuş olduk. İlgili yapının kullanım amaçları ile ilgili görüşler ise bir sonraki yazının konusunu oluşturmaktadır…
(Devâm Edecek)
Esen kalın…
Sefa Yapıcıoğlu