Değerli Okurlar;
XX. yüzyılın başlarında, 1815 yılındaki Viyana Kongresi’nden beri ‘Hasta Adam’ olarak zikredilen nâm-ı diğer Devlet-i Âlîye-i Osmanîye, yâni Osmanlı Devleti; koca bir asır daha dayanma tahakkümü göstermiş olduğu bozgunlara karşı, son dik duruşunu sergilemekteydi. 1911 yılında, Trablusgarp’ta başlayan büyük savaşlar serîsi, 1912 ve 1913 yıllarında Balkan Savaşları ile devâm etmiş; 1914 yılında ise son uğraşı olacak olan I. Dünyâ Savaşı cehenneminde bulmuştu kendini…
Belki Çanakkale Cephesi’nde son nârâsını atmış, Irak Cephesi’ndeki ‘Kut’ önlerinde, İngiltere’ye târihinde yediği en büyük tokadı vurmuş olabilirdi; fakat kaçınılmaz sona çeyrek kala, çok geç olmuştu artık vakit! Kafkas Dağları zirvelerinde görünen on büyük tümen, ilk hedef olan ‘Moskof’ üzerine yürüyordu, yalnızca bir çeyrek daha evvelinde; belki de yaşlı çehresini bu savaşa sürükleyen, ‘İttihât’ın Tûrân sevdâsı uğruna aşmayı isteyişiydi zâten bu dağları... Aşıp da Azerbaycan’daki kardeşleri ile tek yumruk olup inmekti, Moskova’nın üstüne! Aylardan Aralık iken yazlık üniforma ile Sarıkamış’ın kuzey yamaçlarında titreyen Türk’ün aslanları, daha birer barut dâhi ateşleyemeden mağlûp oldu, soğuğun ölüm öpücüğüne. Enver Paşa’nın gözyaşları, dilin söylemeye dâhi varamadığı kaç on bin erin donmuş bedenine miydi, Türk’ün birleşip yekvücut olacağı idealin çöküşüne miydi, yoksa dâimâ yukarı yönde bir ivme ile hareket eden şahsî kariyerinin çöküş sürecine girişine miydi, hiç kimse öğrenemedi. Çoğunluk ise hep bir ağızdan ama sessizce cevaplıyordu; elbette hepsine diye…
Ne Osmanlıcılık fikri ne İslamcılık düşüncesi ne de Tûrâncılık ideali kurtaramadı koskoca cihân devletini! Yaşlı bedeni ile kocamış bir pîre benzer şekilde, son yolculuğuna çıktığını biliyordu artık adâlet timsâli…
Neyse ki; hiçbir devir başsız kalmamış, devletsiz yaşamamış Türk’ün budunu, bir yeni dehâ daha çıkarıverdi bağrının orta yerinden. Mustafa Kemâl adı ile beden bulan Türk rûhu, bir savaş serîsine daha göğüs gerse de; bunların cümlesini de sineye çekecek, en derine inip dibe vurduğu yerden, başı arşa değecek vaziyette çıkacaktı.
Vakit, artık gurup vakti değil; şafak vaktiydi! Göğün ön yüzü karanlık, ortası lacivert, ardı ise kıpkızıl parıldamaktaydı. Güneş doğmak üzereydi…
Esen kalın…
SEFA YAPICIOĞLU