Küçüktüm. Ortaokula gidiyordum. Hasan Pulur'un köşe yazılarını okurken, bir gün ben de yazacağım. Yazınca da aklımdaki, hep aklımın bir köşesindeki bu konuyu da mutlaka yazacağım demiştim. O gün bugünmüş.
Üniversitede hocam, ikinci sınıfta sen senaryo bölümünü seçmelisin demişti. Ben istemedim. Yönetmenlik okudum. Ama gel gör ki yazı yazma isteği, şimdiler de su yüzüne çıktı. Geriye dönüp baktığımda, zaten hep yazmışım. Şiirler, günlükler, çocuk öyküleri hep yazılmış. Olsun, var olan kıvılcım bugün ateşe döndü.
Nereden başlasam, nasıl anlatsam? O kadar derin, derin olduğu kadar da toplumsal ve ülkesel, hatta dünyasal.
İçim ürperdi ve derinden titredim. Gözlerim doldu desem yalan olmaz. Anlatacak o kadar çok şey var ki. O yüzden hangi köşesinden tutayım diye düşünüyorum. Ama bugün anlatacaklarım yaşananların sadece bir damlası bu böyle biline.
Çocuğunuz üç yaşında havale geçiriyor. Ne yapacağınızı biliyorsunuz. Doktora götürmeniz gerekiyor. Fakat büyükleriniz, bir şey olmaz geçer diyor. Ve sizin doktora götürmenize gerek olmadığını söylüyor. Ama siz içinizden, bir şeylerin ters gittiğini anlıyorsunuz, bir yandan da büyüklerden çekinme ve büyüklere saygıdan çocuğunuzu doktora götürmek adına bir adım daha atamıyorsunuz.
Şimdiki zamandan bahsetmiyorum. Elli beş yıl öncesini düşünün. Elli beş yıl öncesini anlatıyorum.
Büyüklerin bildiği bir şey vardır deyip boyun eğiyorsunuz olanlara. Zaman geçiyor, çocuğunuzun nöbetleri oluyor, sıkıntıları oluyor. Ve geç kalınmış bir doktor ziyaretinden sonra çocuğunuzun menenjit geçirdiğini öğreniyorsunuz.
Ve sonrasında, çocuğunuzla birlikte çok meşakkatli ve uzun yolda, tek başınıza savaş verdiğiniz bu dünyada çok acı çekiyorsunuz. Ama bu acı, yaptığınız fedakarlıktan asla değil. Bu acı yapamadıklarınızdan.
Çevrenizdekilerin bırakın anlamayı, empatiyi bile yapamadıkları bu dünyada yapayalnız kalmışsınızdır. Daha o yaşlarda şunu anlamıştım. Bu dünyada iyilik yapamıyorsanız kötülük yapmayın. Zaten iyilik yapmış olursunuz.
Akrabalarınızı bırakın, sağlık ve eğitimde de yalnızsınızdır. Çocuğunuz hareketli olduğu için ve algılaması diğer çocuklara göre çok gerilerde kaldığı için sokağa çıkmak istemiyorsunuz. Sokağı bırakın en yakın akrabalarınıza bile gitmek istemiyorsunuz. Çünkü kimse sizi anlamıyor.
Çok yaramaz bize gelmesin. Ayakkabılarını çıkarmıyor bize de gelmesin. Her şeye dokunuyor bize de gelmesin. Yakınımın çocuğu olmasa eve bile sokmam diyen akrabalarınız varken komşuya niye gidesiniz ki. Bunlar çok önemli değil demeyin çok önemli.
Siz içinizden ''senin çocuğun bu durumda olsaydı ancak o zaman beni anlardın'' demeyecek kadar herkesi düşünürken, sizi bir kişi bile anlamadı.
Buraları şimdilik geçelim. Başka bir yazıda tekrar döneriz.
Peki hastanelerde yaşanan sıkıntılar. Çürüyen dişleri için ağzını açmaya korkan 2 yaş zekasında 35 yaşındaki birine kimse iyilik yapamadı. Sırada bekleyemez engeli var durumumuz bu, kan vermek için lütfen bizi alır mısınız dediğimizde çok sıra yok yarım saate sıra size gelir dedi görevli. Ama siz gelin bize sorun o sırada beklemeyi. Ve kendinden önceki 50 kişiye iğne batırıldığını gören engellinin halini siz düşünün.
Toplu taşım araçlarına bindiğinde yine çocuk gibi çok konuşup soru sorduğunda, taksiyle gitsenize diyenlere ne cevap vereceğini bilemeyen anne, kızarıp bozarırdı. Gerçi orada kimin kızarıp bozarması gerekirdi bugün daha iyi anlıyorum.
En yakınlarınızdan göremediğiniz empatiyi sokaktaki insanlardan beklemek saçmalık değil mi? Televizyon Programcılığım döneminde bir doktor ''Engelli Olmak, sokakta yürürken kafanıza bir saksı düşmesi kadar ani ve yakındır'' demişti. Bunu unutmamak gerek.
Günümüzde hastanelerde,yatak veya bakıma muhtaç hasta yakınlarına duygu durumlarını motive ve düzgün tutabilmeleri için eğitimler seminerler veriliyor. Düşünün yani engelli yakınının, engelliye bakanın ruh durumu, morali çok önemli. Çünkü hayatı boyunca engelli çocuğa bakacak olan o anne.
Anne, baba ve diğer çocuklar güçlü olmalı moralli olmalı ki ailedeki engelli üye sevgiyle, sabırla ve moralle bakılabilsin.
Ellibeş yıl önce eğitim veren merkezler bugünkü kadar çok sayıda değil hatta hemen hemen hiç yoktu. Ama engellinin sokakta hava almaya çıkması, parka gitmesi, insan içine çıkması günümüzde de ne yazık ki yine Ellibeş yıl öncesi gibi.
Zamanında o anne de , her engelli annesinin söylediği gibi '' çocuğum benden sonraya kalmasın, benden üç gün önce ölsün'' dedi. Evet dedi. Ne acıdır ki söyledi. Asıl acısı bunu söylemek zorunda kalmış olmasıydı. Ama bu acı kendisinden kaynaklı asla değildi. Annenin tek düşüncesi, çocuğu kendinden sonraya kalırsa kendisi gibi bakilabilecek miydi, tek derdi buydu. Engelli çocuğu eğitim alabilmeliydi, sağlık sorunları giderilebilmeliydi, anne baba göçtükten sonra bir yaşam köyünde bakılabilmeliydi.
Bu kadar ayrıntıyı nereden mi biliyordum. O anne benim annem. O engelli de benim ağabeyim.
Türkiye'de engelli sayısı, nüfusunun yüzde 10 u oranında. O sayıyı bir de 4 ile çarpın. Çıkan sonuç engelli sayısı ve bu engelleri yaşayan aile bireylerinin sayısıdır. Engelli, tüm engelleri ailesiyle birlikte göğüslemek zorunda çünkü tüm zorlukları ailecek yaşıyorlar.
Benim bu yazımda yazdıklarım o kadar küçük bir bölüm ki. Engelli ve engelli yakınlarının yaşadıkları , karşılaştıkları öyle bir dağ ki benim yazdıklarım bu dağın yanında devede kulak kalır.
Önemli olan engellilerin yaşadıkları tüm sorunların görülmesi ve çözümlenmesi. Bu konuda yapılanlar ve tabi yapilamayankar da önemli. Fiziki ve manevi sorunlarını çözüme ulaştırmış ülkelerden çözüm yolları alınıp bizde de uygulanabilmesi en büyük dileğim.
Bu konu çok uzun, bir yazıda bitmez. Yakında, görme engelli bir arkadaşımla olan röportajımı da okuyacaksınız. Ve bu konu çok önemli, engelli birinden yaşamayı öğreneceğiz. Göremediklerinizi gördürecek , farkedemediklerinizi farkettirecek yazılar gelecek. Engelli birinden bu konuları dinkemekte fayda var. Ağabeyim bunları anlatamadı. Benim de daha öğreneceklerim vardır.
Öyle yağma yok hayat herkese adil değil, bir de onları dinleyelim, kafamıza saksı düşmeden.