“Ateş düştüğü yeri yakar, geriye közler kalır”
Onların evlerine ateşler düşer. Hep korktukları, olmaması için gece gündüz dua ettikleri o ateş nasıl düşer? Nasıl yakar? Nasıl acıtır? Korktukları başlarına nasıl gelir?
Haberi getirenler, nasıl çıkarlar arabadan? Nasıl, sarılırlar ellerine? Nasıl yakarlar, anaların ciğerlerini... Babaların ciğerlerini nasıl yakarlar... Çocukları oyun telaşında, nasıl hissederler, kötü şeyleri...
Onlardan birinin evinde, iç acıtan bir telaş o dakika başlar.
Varlıklı değillerdir onlar. Gecekondudan bozma veya çok mütevazi evleri vardır. Harçla, borçla yaptıkları, zar zor ısındıkları evler.
Mahallenin ucundan oralarda görmeye hiç alışık olmadıkları arabalar gelir. Bu arabaların tepelerinde, anten gibi şeyler, elinde büyükçe fotoğraf makinesi gibi şeyler tutanlar, elindeki kağıda bakarak, az sonra canlı yayında söyleyeceklerini tekrarlayan muhabirler. Baş sağlığı dileyenler, olup biteni merak edip gelenlerle harmanlanır. Mahşeri bir kalabalık olur o evlerde, böyle zamanlarda. Dışardan bakınca, düşen ateşin gürültüsünü duyarsınız, ağıtları duyarsınız ve ayak seslerini oraya uraya koşturan.
Kameralar av peşinde bir yırtıcı gibi gezinir etrafta. Yırtık bir pabuç, yıkık bir duvar, yamalı bir pantalon, gururla evin bir köşesine tutturulan Türk bayrağı... detaylar, detaylar, detaylar... Buram buram, dram arayan gözlerde, samimi olduğuna yemin edilesi damlalar.
Baba ocağında bir görünen, bir kaybolan bayrağa sarılı tabut içinde, ellerde, omuzlarda ama hep yukarlarda gezen bir kahraman. Daha yirmilerinde. Daha çocuk. Daha yeni baba ve ev ve araba almış, taksit ödeyen, anasına babasına, bayramlarda el öpmeye gelen, karısına, çoluğuna çocuğuna hasret, vatan görevi için davulla zurnayla uğurlanan veyahut polis olduğu gün gözlerinin içi gülen, anasına babasına sarılan, bak benim hayatım kurtuldu diyen ilk maaşımla, babama, anama şunları alacağım. Bu evi yaptıracağım onlara diye gözleri gururla parlayan bu ülkenin güzel bir çocuğu, bu ülkenin en güzel şeyine bayrağa sarılmış ama artık gülmeyecek, ama artık ağlamayacak sadece her akla geldiğinde ağlatacak bir evlat, bir baba, bir kardeş, bir eş...
Derken cami avlusuna taşınan tabut başında, bir resmi büyütülmüş, çerçevelenmiş halde, hiç bir şey olmamış gibi bakarken, babası orada zor ayakta durup, annesi, eşi, kız kardeşi kendisini yerlere atarken, bir gürültüdür kopar gelir.
Büyük büyük arabalar, zırhlı mı zırhlı, eskortlu mu eskortlu, görkemli mi görkemli gelirler. Her bir şeyleri devletin gücünü dosta düşmana gösterecek cinstendir. Babanın, ananın elini tutarlar. Çocukların başını okşarlar. Şehitlik öyle herkese nasip olmaz diyerek, ne mutlu ki oğlunuz şehit oldu derler. Kanı yerde kalmayacaktır zaten. Geniş çaplı operasyonlar başlamıştır bile. Sonra dua ederler. Namaz kılınırken, kameralar onları gösterir. Yüzlerindeki gerginlik, ciddiyet, öfke vs.
Sonra, önce onlar giderler. Artlarından, üzeri antenli arabalar. Mahalleli, oralara yabancı kalabalığı uğurladıktan sonra, şehit evinde toplanırlar. Sarılırlar.
Bu ev ne ilk evdir, ne de son ev. Anadoluda her yerde bu evlerden vardır. Bu evlere ateş düşen evler derler. Bu evlere düşen ateş yakar geçer ve geride közler bırakır sadece.
Şehidin babasının gözünden kanasa da düşmeyen göz yaşının içinde parlar o köz.
Anasının ağıtına tutunup göğü yakar.
Kardeşine yeminler ettirtir.
Karısının, yalnızlaşan, soğuyan dünyasında tek sıcak şeydir. Hiç soğumayacak olan şeydir o köz.
Ve babasının duvara asılan resmine bakarken, “babam ne zaman gelecek anne?” diye soran 5 yaşlarındaki bir şehit oğlunun sorusuyla havada asılı kalır.
Göreni, bakanı, hissedeni yakar.
Şehitlerimiz bizim canımız, kardeşimiz, eşimiz, babamız, oğlumuz.
Şehitler ölmez, doğru, kalanlar ölür.