Pamuk tarlası gibi aksakallı Osman dede, aniden gelen şekerlemesine tatlı bir şekilde dalmak üzeredir… Hop diye afacan torunu Alican, kucağına oturur.
Dedeciğim… Diye kucağında zıplamaya başlar. Tonton dede büyük bir sevecenlikle torunu Alican’a sarılır. Biri sekseninde, diğeri sekizin de. Aralarında sadece yuvarlak bir sıfır rakamı vardır. Bunun da hiçbir önemi yoktur. Hele ki birbirlerine karışan iki top yumağı gibi sallanmalarına hiç engel değildir. Zaten Osman dedenin yüreği; yaşının sonundaki sıfırı atılınca geriye kalan rakam gibidir. O yüzden çok iyi arkadaştır, iki kafadar.
Bir süre birbirleriyle boğuştuktan sonra, fizyolojik ayırımın etkileri haliyle kendini göstermeye başlar. Osman dedenin vücudu bu hareketleri sonlandır diye sinyal verir.
“Haydi, şimdi sakinleşip dinlenme zamanı.” Derken Osman dede… Alican’da o çok sevdiği, dinlemeye doyamadığı masalların başlaması için klasik pozisyonunun alır. Çabucak yüzükoyun yere uzanıp başını kaldırırken, minicik ellerini çenesine dayar. Bu duruş onun; dedesinin anlattığı, hiç bilmediği gizemli bilgilere açılan kapıdan girmeye hazır olmasına işarettir. En çok sevdiği şeylerden bir tanesi de dedesinin yumuşak, mistik sesinden yayılan masalları dinlemektir.
“Ooo… Pozun komutu aldım. Demek ki bizim Alican masal dinlemek istiyor. O zaman biz de başlayalım.”
Mevsimler tekrar eder, baharlar döner gelir,
Kış günlerinin buza kesmiş toprakları canlanır.
Ardından yaz gelir meyveleri olgunlaştırır,
Ve yeniden sonbaharın sarı-kızıl renkli yaprakları geldikleri yere dönerler.
Ve yeniden bahar olur ve yeniden can gelir doğaya ve doğadaki tüm varlıklara...
İnsanlığın da bir kışı, bir yazı ve sonbaharı varsa, bir de baharı olmalı elbet; hep yeniden tekrar eden, hep yeniden iç dünyalarda uyuyan duyguları uyandıran, düşüncelerin üzerindeki karları eriten.
İnsanlık tarihinde de, sürekli tekrar eden bir olay vardır. İnsanları ilerletecek yaratıcının bilgilerini tazeleyen. Aynı baharın gelişi gibi, zaman zaman alevlenen, zaman geçtikçe hararetini yitirip bir dahaki sonbaharda yaprağını toprağa döken...
Yıl 1819, insanlığın süre giden yaşamında değişim vakti; yeni anlayışların, daha başka amaçların ortaya çıkış zamanı.
İnsan, gün doğumundan gün batımına türlü alışkanlıklarının yırtılası ağında;
Kendine ilke bellediği ipleri dokuyor, kara düzen tezgâhının başında.
Çözgüsü “bilmezlik”, atkısı “kuruntu.”
Bir sağa atıyor dokumasının atkısını, bir sola…
Dokudukça bildiklerinin renklerini halısına, ne bakıyor geçmişte öğrendiklerinin anısına, ne de geleceğin vergisi ile algısına…
Birazdan serecek halısını ayaklar altına,
Ardından, kurulacak, altına endişelerinin tozu yığılmış dokumasına.
Ta ki, alışkanlıklarının düzenini uyuttuğu yeryüzü beşiği sallanacak.
Gerçeklerin güneşi birazdan yeni bir günün ufkundan doğacak.
Bir şeyler yolunda gitmiyor olacak.
“Hiçbir şey eskisi gibi değil” nidaları atılacak.
Çocuksu bir edayla,
Birbirine karışacak bilinmezliğe duyulan korku ile hayranlık,
Sessiz sedayla.
Her bahar vaktinde, her yenilenme döneminde
Endişeyle geçmişe sarılmak isteyenler,
Yine bir sabah uyandılar bundan iki yüzyıl öncesinde.
Dünyayı devrimlere uğratacak bilgilerin taşıyıcısı belirmişti yeryüzünde.
Elinde ışıktan meşalesi, yüreğinde göksel güzelliklerin nişanesi…
Bu yıl doğumunun 200.yılı
Göksel düzenin bilgi tohumları yeryüzüne saçılalı.
200 yıl geçti gidiyor da, alışkanlıklarının pençesinde can çekişenler,
Hayretten donakalmış.
Gecesi olmayan günün ışıkları göz kamaştırıyor,
Akılları baştan alıyor.
Bu genç 25 yaşına geliyor.
Yıl 1844… Biri bu genç olan İki kişi, gecenin geç saatlerinde öyle bir sohbete dalmış ki,
Çağın anahtarı, göksel kapıyı açmak üzere…
O iki gençten birinin adı; Bab. Yani Arapça kapı demek olan. Yeni bir dönemin habercisi, müjdecisi olan.
Adı gibi insanlığa yeni bir kapı açan.
Herkesin kavuşmak istediği barış ve adalet dolu bir çağın başlayacağını işaret eden.
İşte bu genç yapar çağrısını. Neydi çağırdığı… Tanrısal düzenin unutulmuş ilkeleri.
Doğruluk ve dürüstlüğün filizleneceği ortamları yaratmak için.
Bütün insanları bu yolda ilerlemeye çağıran.
Eee… Özlem dolu her kalbin umudu değil miydi?
Adil bir dünyada yaşamak, Tanrı yasalarıyla uyum içinde bir hayatı tadabilmek.
Alican’ın cin gibi gözleri kapanmak üzeredir. Yine de merakla sorar, dedeciğim bu kapı açılmış mı peki?
Osman dede torunun saçlarını okşarken” arkası yarın”, haydi şimdi uykuya der.
Ve ikisi de uykunun tatlı kollarına bırakırlar kendilerini.