Bir çift simsiyah kocaman gözler. O koyu karanlığın içinden ne çok şey anlatıyor delici, masum bakışlar. Karşılaştığım anda mıknatıs gibi çekiyor kendisini bana. Kendimi alamadan öylece bakıyorum, bir duygudan başka bir duyguya sürüklenerek. Acımadan şefkate, çaresizlikten sorumluluğa oradan dünyadaki adaletsizliğe ve kızgınlığa taşınıyor birbiri ardına gelen duygularım, kısacık anda.
Bu sabah işe giderken üst geçidin merdivenlerinde karşılaştım bakışların sahibiyle. Cılız vücudunun üzerindeki giysiler yoksulluğuna şahitlik ediyorken, bir köşede duruyordu ürkekçe. Sekiz-dokuz yaşlarında bir erkek çocuktu. Gören gözler için çok şey ifade eden haliyle oda bana baktı.
Yaşıtlarının okulda olduğu bir saatte o mendil satmaya çalışıyordu, dilini bilmediği her şeyine yabancı olduğu bir ülkede. Muhtemelen ülkesindeki savaştan kaçarak gelmiş binlerce ailenin çocuklarından biriydi. Kendisinin hiçbir suçu ve sorumluluğu olmadığı savaşın acı sonuçlarını yaşadığını anlayamayacak kadar küçüktü. Bilinmezlik içindeki bir geleceğe çıkmak zorunda bırakılan binlerce yaşıtları gibi. Yüklenilen bu haksız sorumluluğun ağırlığını yansıtıyordu saf çocuk gözleri. Ahh… Nasıl da insanın içini acıtıyor simsiyah gözlerden masumca yansıyan ışık ve acı.
Gözlerim onda, içimden hissettiğim duyguları sorguluyorum. Bu masum gözlere söylemek istediklerim var. İnsanlık olarak bu durumdan biz sorumluyuz. Bu yaşadıkların, biz büyüklerin dünyada barışı sağlayamadığından dolayı. Barış hakkında hep konuştuk, eylemlerde bulunduk, ahkâm kestik ama bir türlü varlık alanına çıkarıp, siz masum çocukları koruyamadık.
Sahi biz büyükler! nedir bu barış, nasıl bakıyoruz bir türlü beceremediğimiz barışa!
Onun yokluğundan dolayı asırlardır insanlar acı çekmiş, masum canlar eziyet görmüş, kitleler halinde yok edilmiş, çocuklar en doğal yaşamsal haklarından alınıp öksüz ve yetim kalmış. Bize bahşedilmiş muhteşem güzellikleri herkesin yaşama hakkı varken engel olunmuş. Hem de insanlık kendi kendinin soyunu yok etme pahasına yapmış bunu.
Barışın yokluğunda geçirilen iki büyük Dünya Savaşı; şiddeti korkunç derecede büyük olan, tarihte görülmemiş çapta ve vahşetteki kan dökücü lükle her neslin bilincine acıyla kazınarak unutulmadı hafızalarımızdan. Evet, üzerinden zaman geçse de unutmadık. Etkilerini insanlığın acı mirası olarak kazıdık tarihe.
Günümüzde ise; dünya halklarının; evrensel adalete, dayanışmaya, işbirliğine, merhamete ve eşitliği ihtiyaçları ortada. Yani hala barışın varlığı söz konusu değil. Bu sadece dilimizde sloganlaşmış bir şekilde dolaşan, nasıl gerçekleştirileceği konusunda kimsenin ortak bir bakış açısı olmayan ve hep bizim üstümüzde ki başkalarından beklenen, bitmeyen bir özlem, bitmeyen senfoni gibi…
Dünyanın içinde bulunduğu düzensizlik ve karmaşa, kalıcı barışa nitelikli önemli adım atana kadar, muhtemelen felaketli sonuçlarla, daha kötü bir hale gelecek gibi gözüküyor.
Bu durumda biz; egemen güçlerin dışındaki sade bireyler olarak, içimizden saf bir dürtü olarak gelen kendimizin ve çocuklarımızın barış dolu bir dünyada yaşama arzumuz ve en doğal hakkımız için ne yapacağız?
Biraz farklı ve üst seviyeden yaklaşarak bakmaya çalışsak. Yaşanılan kargaşada çözümü siyasette ve sistemde değil de, bakış açımızı değiştirerek görmeyi deneyebilsek diyorum.
Nasıl mı?
Barışın oluşabilmesi için öncelikle şu gerçeği kabul ederek yola çıkabiliriz belki. Biz neye inanırsak inanalım, nerede yaşıyorsak yaşayalım, hangi cinsten olursak olalım hepimiz bir insan ailesinin üyeleriyiz. Ayrı gayri değil bir bütünüz. Buna insanlığın birliği diyebiliriz. Daha bakış açımızda biz birbirimizi ayrı görüyorsak, barışı nerede arayabiliriz?
Öyleyse; İnsanlığın birliğinin kayıtsız şartsız kabulü olmadan barışın varlığından söz edilebilir miyiz? Bu en önemli prensibin geniş kapsamlı imalarını düşünmek belki barış için somut bir adım olabilir. Gelin hep birlikte düşünelim. Yaşadığımız ülkemiz, kullandığımız dil, inandığımız din, seçme şansımızın olmadığı ırkımız, yine kendimizin belirleyemediği cinsiyetlerimiz, bunlar insanlık ailesi için ayırım sebebi olabilir mi? Bu farklılıkların; ötekileştirme, bölünme, belirli bir halkın üstünlüğü ve kendisi gibi olmayana yaşam şansı tanımayan düşüncelere dönüşmesi ne kadar yıkıcı! Hâlbuki bu farklılıklar ayrışma değil, insan çeşitliliğin sınırsız ifadeleri olarak görülebilse… Bölünmüşlükten birliğe oradan da barışa doğru yol aldırmaz mı bizi?
Barış ve kardeşlik ilk önce insan bireylerinin arasında kurulmalıdır ki ondan sonra milletler arasında genel barış meydana gelebilsin. Ne güzel söylemiş Mahatma Gandi: ”Tek kişilik azınlıkta olsan, dünyada görmek istediğin değişimi önce kendin gerçekleştirmelisin. Barışı istiyorsan kendin değişmelisin, göklerden inmez.”
Kendimizden yola çıkmaya ailemizde başlasak. Aile, insan topluluğunun temel çekirdeği olmasından dolayı önce çocuklarımızı eğitsek. Onlara; hiç kimsenin dinini, ırkını veya herhangi bir farlılığını gözetmeksizin herkesi kendilerinden bilmeleri ve saygılı olmaları için eğitsek. Bu zamanın ruhunu yansıtan aşağıdaki sözlerle besleyebilsek. “ Birlik çadırı yükseldi, birbirinize yabancı gözlerle bakmayın. Hepiniz bir ağacın meyveleri ve bir dalın yapraklarısınız.”
Bugün evrensel barışın yararları herkese açık. Ancak bu konuda tek başına bilgi yeterli olamıyor ne yazık ki! Uygulama gücü için bir kutsal söz de şöyle söyler; “Birliği sağlam bir şekilde tesis edene kadar ve birlik tesis edilmedikçe, insanlığın refahı, barışı ve güvenliği elde edilemez.”
Ve bir çift kocaman siyah masum gözlere son söz olarak şöyle söylemek isterdim.
“Sen ve dünyanın her yerinde ki bütün çocuklar; sizler bize Allah’ın bir emanetisiniz ve hepinizin barış içerisinde yaşama hakkınız var. Ve bu sorumlulukta biz büyüklere ait.”
Gözlerin, bütün insanlığın tek bir Yaratıcının çocukları olduğu gerçeğini görebilmesi dileğiyle…