Kulaklarımdaki garip sesi dindirdiğimde, ummadığım mekânların kapıları açılıyordu. Birden yerimden fırlayıp bir kurşun gibi hedefe koşuyordum. Oysa hedef olarak gördüğüm her şeyin birer hayal mahsulü, birer yanılsama olduğunu fark ettiğimde çok geç olmamıştı daha. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte açtığım amansız yaralarım hala kanamaktaydı. Bir kadın çığlığı kadar dayanılmazdı dünyaya bakışım. Kör bir rüzgâr gibiydi kalp atışlarım. Ansızın bastıran sağanaklara benzeşiyordu insan ilişkilerim. Kimilerine, sıkı sıkı sarıldığım bir sarmaşık gibiydi arkadaşlıklarım. Hemen uzaklaştım tütün çekmekten. Birden göğe yükseldi, içimden kopan bir parça ve ben kendimi bir melek gibi hissediyordum. Şeytanda bir melekti nasıl olsa. Atladım önüme çıkan her bahçe duvarından. Bütün bahçeleri aştığımda kendim, olan kendime ait olan çöle yerleştim. İnsanın hiçbir izinin belli olmadığı bu parça, bu kum taneleri ve samyelleri bana aitlerdi ve bendim. Ve ben neden insan olduğum için bir şehvet tanrısı gibi kibir yüklüyüm düşüncesiyle ve aynı zamanda iç dünyamda bir aşağılık duygusuna kapıldım. Bütün çöl topraklarına, ben geçtikten sonra kaybolacak şekilde izler bıraktım ve ben uzaklaştıkça bu izler kayboluyordu. İzlerle birlikte bende kayboluyordum. Zaten olması gerekende buydu. İnsan kimdi ki? Dünya denen koca bir çölde izler bırakmaya, işaretler koymaya çalışıyordu. Evet, insanın koya bileceği en büyük ve en işe yaramaz iz kendi ölüsü ve mezar taşları değimliydi?.. Dünyada bulunan ve zorunlu mevcut tüm varlıkları ve maddeleri bir araya getirmeye çalışan insan; ne beceriksiz ve ne ahmak bir varlıktı. Kendi olması ötesinde tüm gereksiz çalışmaların içerisine giren ve varlığını ispata çalışırken apansız yok olan ve tüm unsurlarıyla silinen bir yaşamın sadece etten bürülü varlığı kendisini ne kadarda ala görüyordu. Sonuçta kırmızı bir kan pıhtısının dönüşümü ve her şartta, en nihai bakterilerin en kutsal mabedi olan insanın bu açmazlarla dolu varoluş mücadelesi bir deli dövüşünü andırmakta idi. Fahişe mekânlarını andıran bir düşünce mabedi kuran insan, kendi kafasının içerisinde bütün ahmak ve aptal düşünceleri bir vahşi kemirgen gibi kemiriyor ve sonuçta kendisini yok ediyordu. Lakin bir yok oluşu en kutsal bir varoluş mücadelesi imiş gibi göstermek ise, tarihin kaydettiği en acımasız diktatör beyinlerinden daha da aşağılık ve daha da ahmaklıklar barındırıyordu.
İnsan ruhunda; kutsal bakire gibi hiç kullanılmadan bekletilen en ücra hayatlar ise bir cimrinin, bir aymazın ve bir “paramist”in sevdası gibi, özenle ve dikkatle saklanıyordu. Evet, gidiş yönünün tüm levhaları “Tek yön” yazdığı bir yolda insan her duruşunun acısını, bir ağır darbe ile ödüyor ve bakterilerin en kutsal mekânı insan bedeni bu ağır darbelerle, dinamitlenmiş sarp kayalıklar gibi sarsılıyordu. Sonunda çölde iz bırakma konusunda kesin iddialı olan “paramist” insan hiç de var olma aşkı gösteremeden, yataklık yaptığı bakteriler tarafından yağmalanıyor ve acımasızca talan ediliyordu. İnsanın bu büyük görünen serüveni, bir olmadık elçinin bir ani haberi ile yarıdan kesiliyor ve insan dost görünen misafirleri tarafından paramparça parçalanıyordu...
Bilgeler seyirdeydi...