Merhaba değerli Medya Ege okuyucularım! Bu hafta yine dopdolu, yine özel bir röportaj ile sizlerleyiz. “Hayat Ağacındaki Ceset” polisiye romanının yazarı, çok değerli kalem sahibi Cuma Polat ile bir araya geldik. Taze demli sıcacık çaylarınızı buğulu bardaklara doldurup köşenizde yerinizi aldıysanız, sizleri bu röportajın detaylarına davet ediyorum.
Önce sizi biraz tanıyalım. Edebiyat geçmişiniz ve varsa etkilendiğiniz yazarlardan bahseder misiniz biraz?
İnsan sayfalarca roman yazabiliyor da bir kaç satırla kendini tanıtamıyor. Aslına bakarsanız en iyi kendimizi tanıdığımızı zannederiz ama farklı zamanlarda farklı olaylara verdiğimiz tepkileri görünce kendi kendimize şaşırmadan edemeyiz. Yani en azından ben öyleyim. Kimbilir belki de kendimi bile tanımıyorumdur. Neyse fazla uzatıp da laf kalabalığı yapmayayım. 1985 Gaziantep doğumluyum. Adım Cuma Polat. Türkçe öğretmeniyim.
Edebiyat geçmişimde, en son ortaokulda yazdığım kompozisyon sınavlarındaki orta derecenin üstü ama çok da iyi olmayan yazılar da olmasa hiçbir şey yoktu, ta ki Bir Taşra Polisiyesi serisinin ilk kitabı olan Hayat Ağacındaki Ceset’i yazana kadar. Geçtiğimiz Ağustos satışa çıkan kitapla edebiyat dünyasına çok hızlı bir giriş yaptım denilebilir. Kitabın yazım aşaması biter bitmez, henüz basılmamışken senarist bir tanıdığımın teşvikiyle polisiye bir dizinin senaryo ekibine dahil oldum. 13 bölümlük bir yaz dizisi için 45 adet polisiye öykü yazmıştım. Bu senaryo süreci bana istediğim zaman çok üretken bir yazar olabileceğimi gösterdi. Dizi işi bitince arkasından 9 adet polisiye öykü daha yazdım. Bu öyküler, bir polisiye öykü kitabı olmak için bekliyorlar hâlâ. Yayınevinin isteği doğrultusunda yazdığım “Sinemanın Kalbi Senaryo” isimli senaryo yazım teknikleri kitabı şu an matbaada basılma sırasını bekliyor. Son olarak bu röportajdaki soruları cevaplamadan önce son noktayı koyduğum Bir Taşra Polisiyesi serisinin ikinci kitabı “Cehennem Çukuru” bitti ve nadasa bırakıldı. Bir kaç ay sonra tekrar okuyup son düzeltmelerini yaptıktan sonra o da baskıya girecek.
Etkilendiğim, kalemini beğendiğim yazarlar yok değil. Ama kimse benden burada klasiklerden örnekler vermemi beklemesin. Okuyamıyorum çünkü onları. Sayfalarca anlatılan betimlemelerden oldum olası sıkılmışımdır. Bol aksiyonlu olay örgüleri daha çok ilgimi çekiyor galiba. Zaten onun için polisiye yazıyorum. Baştan sona gizemin olduğu, heyecanın hiç düşmediği, bir bulmacanın parçalarını yerine oturtmak ve sonunda muammayı çözmek bana hep daha eğlenceli gelmiştir. Bu arada klasikleri okuyan ve seven okurların affını isteyeceğim. Bu eserler oldukça iyi olmasalar yüzyıllardır okunmazlardı herhalde. Sadece bana göre değil. Durum bundan ibaret.
Daha çok yazdığım türe ve ona yakın okumalar yaptığımdan beğendiğim yazarlar da ister istemez o yönde. Yabancı yazarlardan Dan BROWN’ın tarzını çok beğeniyorum. Okurken bir yandan da elimde telefon araştırmalar yapıyorum. Ben de yazarken bu doğrultuda yazmaya gayret ediyorum. Okura sadece katili buldurmak ve bir muammayı çözdürmeyi gaye edinmedim. Okurlar benim kitabımı okurken pek çok yeni bilgi öğrenecek yada bildiklerini tazeleyecek. Çok ciddi bir araştırma ve yılların emeği var bu kitapta. Türk Mitolojisinde geçen Hayat Ağacı, köklerimizin dayandığı ve bugün hâlâ bilmeden devam ettirdiğimiz Şamanizmden gelen alışkanlıklarımız ve daha niceleri…
Bizden de Celil OKER’i tek geçerim. Yeri gelmişken ekleyeyim yerli polisiye yazarlarımızın hepsi birbirinden yeteneklidir. Adlarını tek tek zikredemesem de hepsini severim ve tavsiye de ederim. Son olarak “İyi polisiye, iyi edebiyattır.” Diyeyim ve diğer soruya geçeyim.
Roman ve başkahramanınızın esin kaynağı ve yazma süreci hakkında bilgi verir misiniz? Yazma sürecinde etkilendiğiniz olaylar ve çözmekte zorlandığınız düğümler oldu mu? Bunları nasıl çözdünüz?
Yazdığım türe yönelik okumalar yaptığımı ve sevdiğimi belirtmiştim. Onlarca kitap okuyunca insanın aklında “Ben de yazabilir miyim acaba?” diye bir soru oluşuyor. Yazmaya ikna olup konu araştırması yaparken ve bu araştırmalarımı yakın çevremdeki insanlarla paylaşırken dinleyen herkes “Yaz da okuyalım artık.” Diye haklı bir serzenişte bulunmaya başladıkları sırada evlilik hazırlıklarına başlamıştım ve tabi ki yazma süreci ertelendi. İlk kitap için kendime Çernobil Nükleer Santrali faciasını seçmiş ve onun için ciddi araştırmalar yapmıştım. Araştırmayı derinleştirmek için ihtiyacım olan bir kitaba ulaşmam tabiri cazise yıllarımı aldı. Belaruslu gazeteci yazar Svetlana Aleksiyeviç’in Türkçe’ye, “Çernobil’den Sesler” olarak çevrilen kitabı sadece bir baskı yapmış ve tükenmişti. Türkiye’nin değişik yerlerindeki eş, dost, hısım, akrabaya bu kitabı aradığımı ve bulamadığımı, bulundukları yerlerdeki sahafları gezmelerini ve bulurlarsa bana ulaştırmalarını söyledim ancak İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa vs. Pek çok yeri taramamıza rağmen bir türlü ulaşamadık. Kitabı bulmak bir izzeti nefis meselesine dönüşünce kitabın bulunması yazacağım hikayenin önüne geçti ve proje ister istemez rafa kalktı.
Bir kaç yıl sonra bahsettiğim yazar Nobel Edebiyat ödülünü kazanınca bir yayın evi kitaplarını basma kararı almıştı ama benim aradığım kitabı değil, ödül alan kitabı basacaklardı. Onlarla iletişime geçip istediğim kitabı ne zaman basacaklarını sorduğumda, sırada olduğunu ve yakın zamanda basacaklarını söylediler. Bu yakın zaman tam iki yıl sürdü. Sonunda kitap basılmıştı ve almıştım ama yazacağım hikaye değişmişti.
Çevremdeki herkes iyi bir dinleyici olduğumu hep söylemiştir. Kendimden yaşça büyükleri, çocukları, akranlarımı, hangi sosyal çevreden olurlarsa olsunlar dinlerim ve fikirlerine önem veririm. Çünkü güzel hikayelerin nereden çıkacağı belli olmaz. Düğün arefesinde yaptığımız alışveriş esnasında bir mobilya döşemecisi ile tanıştık. Hoş sohbet bir adam olan döşemeci polisiye roman yazmak istediğimi öğrenince gerçek bir hikaye anlattı. Bir alacak verecek meselesi yüzünden ıssız bir yere kaldırılan adamın birinin çırılçıplak ağaca bağlandığını, adamı bağlayanların adamın kıyafetlerini de alıp onu orada bir başına bıraktıklarını anlattı. İlk başlarda çok ilgimi çekmese de bu hikaye, sonraları düşündükçe kitabımın omurgasını üzerine kuracağım yöntemin bel kemiği oldu. Türk Edebiyatı’nda ve Mitolojisi’nde ağaç motifinin ne olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu üniversite yıllarında okuduğum bölüm dolayısıyla fazlasıyla dinlemiştim zaten. Hikayeyi Hayat Ağacı üzerine kurdum ve o doğrultuda devam ettim.
Hikaye kafamda az çok oturunca sıra romandaki karakterlere geldi. Ana karakteri ve ona yardımcı olacak yan karakterleri oluşturmak bir kaç yılımı aldı. Bu süre içerisinde hikaye de sürekli gelişiyordu kafamda. Yazacağım karakterin gerçeğe yakın olmasına çok önem verdim. Okur, kitabı okurken karakteri derinlemesine tanımalı, zihinlerinde bir kişilik oluşmalıydı. Ben okuduğum romanlardaki karakterler için “Yolda görsem tanırım.” İfadesini kullanamıyorsam benim için o roman eksik kalmış bir romandır. Ana karakterim olan Başkomiser Atmaca’yı da okurun yolda görse tanıyacağı biri olarak tasarlamak, ayakları yere sağlam basan bir ana karakter yaratmanın güçlüklerini sonuna kadar yaşadım. Beni yakından tanıyan okurlarım her ne kadar kitabı okuduktan sonra “Bu başkomiseri okurken aklıma sen geldin.” Dese de ben bunu kitabı birinci ağızdan yazmama bağlıyorum.
Kafamda cinayet şeklini belirleyip ana karakteri de oluşturunca iş yazmaya kalmıştı sadece. Ama dediğim gibi o yaşıma kadar ortaokuldaki kompozisyonlar haricinde uzun bir yazı kaleme almamıştım. Hikayeyi benden sürekli dinleyen dostlarımın ısrarları sonucunda 2020’nin ara tatilinin son gününde yazmaya başladım. Yaklaşık 240 sayfa olan roman için yaklaşık 50.000 kelimeyi iki ay gibi kısa bir sürede yazdım. Yazım sürecinde hiç tıkanıklık yaşamadım desem abartmış olmam galiba. Hikaye kendi kendini yazdırdı resmen. O seneyi hatırlayacaktır okurlar peş peşe depremler oluyordu. Romana o depremleri de ekledim ve ana karakter olan Başkomiser Atmaca’ya da depremle ilgili geçmiş bir hikaye kurguladım. İyi de oldu.
Polisyede heyecanı düşürmeden okura nefes aldıracak yan hikayeler de olur. Bunları bazı yazarlar baştan belirler bazıları da benim gibi kervan yolda düzülür mantığıyla “Virabismillah,” deyip başladıktan sonra akışın içinde kendiliğinden gelişmesini bekler. Bu romanda bu şekilde anlattığım bir kaç yan hikaye var ve bunları yazarken altlarından böyle bir hikaye çıkacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Sürprizbozan vermeden romandaki Memik Emmi ve Pamuk Nine Nazenin’in hikayelerinin kendi kendilerini yazdıran yan hikayler olduğunu belirteyim. Okuyanlar hatırlar, henüz okumayanlar da bu kısımları artık daha dikkatli okurlar.
Polisiye, tüm dünyadaki okurlar arasında oldukça popüler bir tür. Sizce okurları özellikle polisiye türünde eserler okumaya iten şey nedir? İyi bir polisiye romanın olmazsa olmazları nelerdir sizce?
Aslında polisiye uzun yıllar edebiyatın üvey evladı muamelesi gören bir tür. Başka türde eserler veren yazarlar, bu türü ve yazarlarını hep hor görmüşler vakti zamanında. Bilenler bilir Peyami Safa’nın Cingöz Recai serisini “Server Bedî” takma adıyla yazdığını. Ya da Kemal Tahir’in “F.M. İkinci, F.M. Duran” takma adıyla çok tutulan Mike Hammer romanlarının yerli versiyonu olarak dört Mike Hammer romanı yazdığını bu türün müdavimleri iyi bilir. Bu arada Kemal Tahir’in yazdıkları orijinalinden daha iyidir bence. Kendi isimlerini kullanmak istememeleri o dönemin polisiye romanlara bakış açısını az çok anlamamıza olanak tanıyor.
Son yıllarda gerek dünyada, gerekse ülkemizde çok başarılı polisiye romanlar kaleme alınmış ve polisiye gittikçe hak ettiği yere gelmiştir. Sizin de dediğiniz gibi şu anda polisiye romanlar, diziler ve filmler oldukça popüler. Polisiye, bu popülerliği hiç düşmeyen tempoya, içinde barındırdığı muammaya ve çok sağlam oluşturulmuş kurguyla hak etmiştir.
İyi bir polisiye romanın olmazsa olmazı bence iyi bir kurgu ve duru bir anlatımdır. Yazar okurdan hiçbir ipucunu saklamamalıdır. Okur, tıpkı romandaki cinayeti soruşturan dedektif ya da polis gibi her bilgiye vakıf olmalıdır. Olaylar duru bir anlatımla yazılmalıdır ki okur olaydan kopmasın, dikkati dağılmasın. Romanın sonunda ters köşe yapıp okurlara “Helal olsun” dedirtebiliyorsa bir polisiye yazarı, bence başarılı bir yazardır ve türün hakkını vermiştir.
Günümüzde iyi edebiyatın gerekleri sizce nelerdir? Siz sanatınızı nasıl bir anlayış üzerine inşa ediyorsunuz?
İyi edebiyat, içinden çıktığı topluma yabancılaşmayan edebiyattır. Yaptım olduculukla hiç bir yere varılmaz. Yaptığımız işin toplum tarafından kabul görmesi gereklidir. Bunu yaparken de içinde yaşadığı toplumu iyi tanımalıdır bir yazar. Yine yazdığım türden yani polisiyeden örnek vereyim. Fransız polisiye yazarı Jean Christophe Grange çok iyi bir yazardır ancak romanlarında geçen aşırı kanlı vahşice işlenen cinayetler bizim toplumumuza göre değildir. Şimdi bu yazara özenip yazarsanız ne olur? Onun gayet başarılı olduğu bu türde çuvallarsınız.
Ben kitaplarımı yaşadığım şehri arka plana koyarak yazıyorum. Çünkü insan, en iyi yaşadığı şehri ve o şehrin insanlarını tanır. İçinde yaşadığım topluma yabancılaşmadan, yazdım olduculuktan uzak, okuyan herkesin içinde kendinden bir şeyler bulduğu eserler vermeye çalışıyorum.
Polisiye türünde okur ve izleyicilere tavsiye edebileceğiniz, mutlaka okunmalı diyebileceğiniz kitaplar hangileridir?
Yerli polisiye candır, diyerek başlayayım söze. Okurlar genelde yerli polisiyelerin iyi olmadığından şikayet eder. Ancak sorsanız kaç tane yerli polisiye roman yazarını okuduğunu, size ancak bir bilemediniz iki tane isim sayarlar. Halbuki ülkemizde de çok ciddi sayılarda polisiye roman yazarı vardır. Hatta Türkiye Polisiye Yazarlar Birliği adında bir birliğimiz bile var. Merak edenler sosyal medyadan ve kısaca Poyabir’in sitesinden inceleyebilirler. Ülkemizde de çok ciddi romanların ve dizilerin çekilmesini istiyorsak bence yerli polisyeye sahip çıkmalı, okumalı ve okutmalıyız.
İstanbul değil de, Gaziantep. Olayların Gaziantep’te geçmesi bu şehrin kültürünü, mutfağını, genel olarak tanıtımını yapmak için miydi?
Maalesef polisiye hakkındaki bir diğer yanlış algı da budur. Sanki her polisiyenin arka planında İstanbul olmalı gibi bir algı var insanların zihninde.
Kitabı yazıp da yayınevlerine gönderince bir yayınevi bana “Taşradan polisiye çıkmaz.” Gibisinden bir yanıt verdi. Ben de bunun üzerine romanın kapağına “Bir Taşra Polisiyesi” alt başlığını da ekledim. Taşradan da polisiye çıkar. Hem de ne polisiyeler çıkar.
Şehirler romanların arka planını oluşturan çok önemli bir unsurdur. Bir nevi romanın kahramanlarından biridir. Romanda kullanılan karakterin her bir özelliği nasıl ki titizlikle belirleniyorsa romanın geçtiği mekanların yani şehrin de titizlikle belirlenmesi gerekmektedir. Edebiyatta “Çehov’un Tüfeği” diye bir kavram vardır. Çehov der ki: “Eğer ilk bölümde duvarda asılı bir tüfek varsa o önünde sonunda patlamalıdır.”
Yani hikaye ile alakasız hiçbir şey romanda yazılmamalıdır. Romanda arka planı İstanbul seçmişseniz İstanbul’un hikayeye katacağı bir şey muhakkak olmalıdır. Benim kurguladığım hikayeye Gaziantep; kültürü, tarihi ve yemekleriyle çok şey kattı. Yeri geldi ana karakter Başkomiser Atmaca’nın önüne geçti.
Gaziantep’te geçen bir polisiye roman yazmamdaki bir diğer sebep de hem yaşadığım şehri ve insanlarını çok iyi tanımam, hem de yaşadığım ve beni ben yapan şehre olan vefa borcumdur. Allah var, bu şehir bana daha nice kitaplar yazdıracak birikime sahip bir şehirdir.
Son olarak okurlara Hayat Ağacındaki Ceset isimli kitabımın arka kapak yazısını da şuraya bırakayım.
“İnanışa göre dünyanın tam ortasından yükselen Hayat Ağacı, kökleri yeraltına inen dalları ise dünyanın zirvesine yükselen göğü, yeri ve yer altını birbirine bağlayan kutsal bir ağaçtır.
Peki siz hiç dileğinizin kabul edilmesi için kutsal sayılan ağaçlara bez parçası bağladınız mı? O bağladı ama bez değil.
Bir dileğin gerçekleşmesi için Hayat Ağacına bağlanan kurbanlar...
Mitolojik ritüelleri olan bir katil...
Kusursuz cinayetler...
Başkomiser Atmaca ve ekibi ile katili yakalamaya var mısın?”
Herkese sağlıklı, huzurlu, mutlu ve bol kitaplı günler dilerim. Unutmayın ki iyi polisiye iyi edebiyattır.