RÜYA

İbrahim Akın

İlkokul yıllarımın son demlerinde hayatımın en aksi, en şapşal dönemlerini yaşıyordum. Bir kola kutusunu ezip top diye oynadığımız, birbirimize en saf duruşumuzla göz göze geldiğimiz anlar hala aklımın en güzel yerinde mesken tutmuş vaziyette. Ocak ayındaydık ve yerde kardan çok yağmurun bıraktığı balçık ve de çamur vardı. Annemin o sıralar elinde terlikle kapıda bekleme olasılığından başka bir korkum yoktu. Öyle bir çamura bulardım ki kendimi, o sıralarda adım çamurdan çocuğa çıkmıştı. Her sokağa girişimde komşuların aralarında konuştuğu o sessizce dili çözmüştüm. “vah vah annesi yine çocuğu haşat edecek. Bu çocuk akıllanmaz...” cümlelerine aldırmadan yoluma devam ediyorken, sokağın ortasında Rüya'yı gördüm. O sarıdan daha sarı, güneşten daha yakıcı ve göz kamaştıran saçları bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Sol kaşının üzerinde babasının kötü bir hatıra olarak bıraktığı yanık izine rağmen çok güzeldi. Onu üç ay önce mahallemize taşındığı sırada, bir kuytuda ağlarken görmüştüm. Sebebini iki hafta önce söylemişti. Daha önce kaldıkları gecekondunun bahçesindeki bir kedi besliyormuş. Bir gün misafirin geldiği bir zamanda o kedi içeri dalmış ve zalim babası kedinin ensesinden tutup bahçenin duvarına fırlatmış. Taşınacakları gün ise kediyi ezilmiş tüm organlarını dışarı çıkmış vaziyette bulmuş yani tüm ağlamaları bundanmış. Ben de olsam ağlardım, hemde sular seller gibi akardı gözyaşlarım.

İşte yine yollarımı gözler gibi bekliyordu sokağımızın ortasında. Beni durdurup yine bileğimden tutup elindeki mendili ile önce yüzümü sonra avuç içlerimi sildi. Esmer tenim ve çamurdan kahverengileşen yanaklarım al al olmuştu. Mahalleli ise yine pencerelerde bize gülüyordu. O aldırmazken , ben ise gurur yapıp her defasında ondan ellerimi kurtarıp hızlı adımlarla evime geçiyordum. Her arkama bakışımda yine o üzgün yüzü görürdüm. Annemin bir kaç terlik fırlatma faslından sonra uzanıp o anları düşünürdüm.

Babası Rüya'yı hiç okula göndermemiş, üzerine bir de henüz daha 9 yaşında olmasına rağmen bir kaç sokak ötedeki bir tekstile çalıştırmaya göndermişti. Yaşından dolayı çoğu yer çalıştırmak istemiyor, bazı yerler de yaşının verdiği hamlıktan dolayı bir iki günde evine gönderiyorlardı. Çok sonra yan komşumuz Seher abladan öğrenmiştim. Zengin bir kadının bebek isteği üzerine Karadeniz’in bir ilinde, bir aile yüklü para verip Rüya'yı almışlar. O süre zarfında aileyle anlaşamayan kadın bebeği almaktan vazgeçmiş. Geri vermek istemişler fakat gerçek anne de nüfus yoğunluğundan dolayı Rüya’yı istememiş. Bunlarda tüm hıncını bu kızdan çıkarıyormuş.

Okul tatil olmuştu memleketimize gittik ama aklım hep Rüya’daydı. Bir gün öncesinden gideceğimi ve bir ay kadar gelemeyeceğimi söylediğimde üzüntüsü yüzüne öyle bir yansımıştı ki ağlamaktan başka ihtimali kalmamış gibiydi. Geçen bir ay süre zarfında yemek yerken, koşarken, uzanırken aklımda hep o, içimde ise derin bir üzüntü vardı. Henüz o yaşlarda öğrendim, birini önemseyip, düşünmeyi. Döndüğümüzde kapının önünde taksi henüz durmadan kapıyı açıp atladım. Arkamdan seslenen annem ve babama aldırmadan Rüyanın evinin önüne doğru koştum. Gördüğüm sadece bomboş bir ev, perdesi olmayan pencereye yapıştırılan kiralık ilanını gördüğüm an yıkıldım. İçimde ejderhalar birbirine savaş açmıştı. Yanıyordum, genizlerime kadar. İçime düşen alev topları tüm organlarımı zedeliyordu. “ Burnumun direği sızlıyor “ deyiminin ne demek olduğunu ilk o zaman anlamıştım. Oturup kaldırıma, annemin, babamın, komşuların başımda toplanıp beni çekiştirmesine aldırmadan ağladım. Benim için kalpsiz diyen komşularımı haksız çıkarırcasına ve hıçkırırcasına bir kamyon gözyaşı bıraktım oraya. Binbir ikna ile evime geçtim yatağıma uzandım. Elimde ondan kalan ve hala cebimde beyaz benekli siyah tokasını göğsüme bastırıp, ağlama seansına yatağımda devam ettim.

Bir kaç yıl sonra bizde o mahalleden taşındık. Yaş ilerledikçe yerini yadırgayan yaşlı bir göçebe gibi bir kaç mahalle değiştirdik. Yaşım yirmilerin ortalarıydı, onu bir daha göremeyeceğime inanmaya başladığım o an da İstanbul’un sakin bir semtinde Rüyayı gördüm. Balıksırtı bir kasketle babası olmayan ama babası yaşında bir adamla otobüs durağında boynu bükük bir şekilde duruyordu. Kalbim hızla çarpmaya başladı ama yanındaki adam yüzünden adımlarım yavaşladı. Otobüse binmeyeceğim halde durağa geçip otobüs bekler gibi yapmaya başladım. Yanındaki adama aldırmadan inceden süzüyordum. Hala aynı masumiyetle ama beter bir haldeydi. Elmacık kemiklerindeki morlukları fandöten kapatamamıştı. Bir de dudağının kenarındaki mor şişlik bariz belliydi. Başını kaldırıp bana bir baksa beni farkedebilecek miydi? Tanıyabilecek miydi? Tüm bunlara rağmen yanındaki adama aldırmadan avuç içimi değil ondan kalan külleri silebilecek miydi? Aklım tüm bu sorularla çalkalanırken adamın onu dürtmesiyle yerinden kalktı ve duran otobüse bindiler. Ben yüreğimin gam kenarıyla izlerken o cam kenarına oturdu. Gözlerimden akan yaşlara dur desemde söz dinlemediler. Başını kaldırıp beni gördüğünde gözlerini kırpmadan gözyaşlarının süzüldüğünü buğulu pencereden bile görebiliyordum. Otobüs uzaklaştıkça o da başını geriye doğru çevirip bana bakıyordu. Tanımıştı beni ama keşke tanımasaydı, görmeseydi yada görmeseydim. Aradan geçen süre zarfında her gün o durağa gittim.

Bir kaç gün sonra yeniden denk geldik Oradaydı ve öylece bekliyordu. Yanına yaklaştığımda ayak uçlarımdan başlayıp yüzüme kadar süzdü beni. Sonra ikimizden de gözyaşları süzüldü. Epey bir süre hiç konuşmadan birbirimize baktık. Sonra zamanın var mı? Diye sordum. Onaylar gibi başını salladı. Otobüs durağının çaprazındaki pastanede oturduk. Önce cebinden çıkardığı mendille avuç içlerimi silmeye çalıştı, sonra yüzümü. Konuyu dağıtmak için' nasıl tanıdın beni' dedim. Sen beni nasıl tanıdıysan dedi. İnsan kalbine düşen ilk cemreyi unutamazmış. İlk benimsediği yüzü, ilk gülümsediğini, ilk ağladığını unutamazmış. Benim anlatacağım çok şey yoktu. O anlattı ben dinledim.14 yaşında iyi bir para karşılığında o adamla zorla evlendirildiğini, adamın infertilite olduğundan dolayı çocuğu olmadığını, yaşadığı işkenceleri anlatıp, vücudundaki sönmüş sigara izlerini gösterdi. Bir çıkar yolunun olmadığı sürekli ölümü düşündüğünü itiraf etti. O anlatırken sadece onu izledim. Rüya aynı rüyaydı ama artık gerçekle yüzyüzeydi. Evini tarif ettikten sonra çok zamanının olmadığını söyleyip kalktı.

Hayatımda hep soru işareti olarak kalmış bir kadına en güzel cevabı vermeliydim. Biraz mutluluk onunda hakkıydı. Çalıştığım yerle konuşup almaları için ikna etmiştim. Sonra işyerinde yalnız yaşayan bayan bir arkadaşı ikna edip aynı evde yaşamaları konusunda ikna ettim. Çocukken oturduğumuzda bir filmde izlemiş kırmızı elbiseli kadını ve tek hayalinin o kırmızı elbiseyi almak olduğunu her görüşmemizde dile getirmişti. Bir kaç mağaza gezdikten sonra o kırmızı elbiseye benzer bir elbise bulmuştum. Her şeyin planını yapmıştım. Hatta kafamda onu gezdireceğim yerleri bile not almıştım.

O gün gelip çattığında heyecanımı bastırmak için bir avuç küp şeker yiyip, haftalar sonra tarif ettiği adrese gittim. Eski bir gecekondudan bozma bir evdi. Yine 13 yıl önce yaşadığım manzarayı yaşadım. Evin penceresinde kiralık ilanı ve içim yine buruk. Yan komşularına sormam hayatımın en yıkıcı anı, en büyük vicdan ağırlığıydı. Neden bu kadar hafta gelip sormadım onu diye kendime kızıyordum.

Rüyanın kendini astığını söylediler. “ Çok mazlum kızdı. Üzüldük. “ Dediler ama bir Allah’ın kulu cehennemden çekip alamamıştı. O kadar zavallı bir dille anlattılar ki sonrasını dinleyemedi içim. Kaldırıma çöktüm ama sanki yerin yedi kat dibindeydim. İçim bir anıttı. Yüzüm bir ceset kadar buz kesmiş, hüzün ise ayaklarımın dermanını kesmişti. Saatlerce orada hiç kıpırdamadan durdum. Sonra bir yerlere tutuna tutuna evime vardım.

Mezarını ziyaretine yıllar sonra gitmeye cesaret ettim. Bir şamdan çiçeği tüm sarılığıyla mezarını süslemişti. Yaşadıkları onu bu hayattan koparmıştı. Bu yüzden ben o şamdan çiçeğini koparmaya kıyamadım.

Sadece beyaz benekli siyah tokayı çıkarıp kokladım...

Ve ben yaşadığım tek hayatta sevdiğime iki kez geç kaldım