Cenazeleri ve bu uğurda yapılan ritüelleri oldum olası sevemedim. “Kim sever ki zaten” sorusunu sorduğunuzu duyar gibiyim.
Ama derler ya; “son görev” diye…
Gidilir, ananın, babanın, eşin, dostun ardından cenaze törenini icra etmeye ya da törenlerin içerisinde bulunmaya; son görev niyetine…
Bazı cenazelere dikkat ediniz, insanlar uzun zamandır bir araya gelmemiştir ve öbek öbek sohbetler kurulur içeride, dışarıda…
Cenaze ikinci planda kalmış gibidir, belki de artık bu, cenaze törenlerinin yasalaşmış bir olgusudur.
Mevtanın çok yakınları dışındakiler, aslında bu ritüelin parçası olmak yerine, figüran olmayı tercih ederler.
Belki de iyimser bir yaklaşımla; sadece mevtanın en yakınındakilere, olumlu enerjilerini aktarabilmek için varlıkları yeter gelenlerin!
Peki ya ölen?
O’na faydaları?
Belki kısa bir dua!
Bahsini ettiğim bu “son görev” bilinci de bir türlü kanıma, canıma oturamadı gitti doğrusu…
Yeşilçam’ın ustalarından Yusuf Ekşi anlatıyor; “1991 yılı Mayıs ayıydı, İhsan ağabeyi (İhsan Yüce) kaybettik.
Cenazesi evine yakın, Üsküdar/Doğancılar camiinden kalktı.
Cenazede tüm sevenleri vardı.
Caminin avlusunda bekliyorduk.
Namaz kılınıp, Karaca Ahmet mezarlığına gidecektik.
O ara, şu anda adını hatırlayamadığım arkadaşlardan biri bana seslendi: ‘Yusuf, Can (Yücel) ağabey gitmek istiyor… Üsküdar’a kadar arabayla bırak da gel…’ dediler.
Can ağabey yavaş yavaş Doğancılar’dan aşağı doğru gidiyordu.
‘Can ağabey, bekle geliyorum!’ deyip onu arabaya aldım, yola koyulduk.
Şaşırdım.
‘Yahu ağabey, merak ettim, mezarlığa niye gelmedin?’ der demez. Bana: ‘İnsan arkadaşını gömer mi yahu?’ dedi…
Öylece kaldım…
Hiç bu yönünü düşünmemiştim…”
Can Yücel de sanıyorum cenazelere son görev mantığı ile yaklaşamayanlardanmış.
Birçoğumuz da Yusuf Ekşi gibi, cenazelerin bu yönünü düşünmemişizdir.
Bir de şöyle bakalım; ölen öldü zaten. Kendisinden geriye bizlere sadece bir beden bıraktı ki, bizler törenler düzenleyerek, kendisinden geriye kalan bedenini, her şeyi olduğu gibi kabul edebilen toprağın altına gömeceğiz.
Elbet ki kimileri, toprağın kabul edeceği sadece kuru bir beden bırakmazlar geriye…
Yazın ustam Okan Yüksel’e kulak verelim; “Bazı insanlar sabah ezanında doğar, akşam ezanında ölürler.
Ancak bazı insanlar vardır ki, onlar unutulmazlık şerbeti içmiştir”. Evet, bazıları ölürken, artlarında koca bir dünya bırakırlar.
Unutulmaz yaşanmışlıklar, yıkılması imkânsız dev eserler, hatta toprak altındaki bedeni gibi kaybolmayacak bir isim, bir nam…
Cenazeleri ve bu uğurda yapılan ritüelleri oldum olası sevemedim diyordum. Nasıl seveyim ki?
Ya da neden?
Değil İzmir’in, ülkemizin yetiştirdiği, ender aktivistlerden, 68 kuşağının en belirgin temsilcilerinden, ülkemizin ilk halkla ilişkiler uzmanlarından olan, İzmir’i Sevenler Platformu Başkanı, dünyalar iyisi tonton lakaplı nam-ı diğer İzmir Baba, Sancar Maruflu’yu uğurladık sonsuzluğa…
Ve O, binlerce yıllık ömrünün sadece ilk yetmişini henüz tamamlamıştı dünyamızda. Ve yüreğimizin, aklımızın, bedenimizin bir köşesinde hep var olacak…
Şimdi ben cenazeleri ve bu uğurda yapılan ritüelleri nasıl seveyim? Dizeleri bana ait bir şiirle son bulsun o vakit bu yazım;
İnsanoğlu
Doğar insanoğlu
Sevince boğar can vericilerini
Öyle bir boğar ki
İki eliyle sıkar
Kollarıyla, ayaklarıyla
Ölene kadar
Öldürene kadar
Yaşar insanoğlu
Çeker ciğerlerine havayı, doldurur
Şişirir karnını
Avurtlarını da
Yer, içer, doyar
Uyur, bazen gözleri görür
Uyanır, usu kalır gecede
Puslanır arada önü
Islanır elmacık kemikleri
Burnunun düzünden aşağı
Ölür insanoğlu
Üzer can verdiklerini
İlk nefesinde
İlk çığlığında
Varlığına şükredip sevinenler kadar.