Ne çabuk geçiyor zaman değil mi? Hiç şüphesiz ki cevabı evet! Zamanın su akıp gibi geçtiğini, yaşı otuzu geçtikten sonra anlıyor insan. Geriye dönüp baktığımız zaman ise illa ki hepimizin içinde azda olsa bir keşke dökülüyor...
Keşke sağlığımın kıymetini daha önce anlasaydım.
Keşke ailemin kıymetini daha önce bilseydim.
Keşke eğitim yıllarımda daha çok çalışsaydım...
Bu keşkeleri çoğaltmak mümkün.
Hayat öyle garip bir dünya ki, bu keşkeler arttıkça evin eşyasını değiştirir gibi hayatını sil baştan değiştiremiyorsun tabi. Ya da bir filmi başa sarıp tekrar tekrar izlemiyorsun. Hayat insanoğluna bir kez sunuluyor. Kimine altın tepside, kimine ise gümüş tepside...
Doğum ile ölüm arasında incecik bir çizginin üzerinde yürüyoruz. Acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle o yolun yolcusuyuz. Yol boyu kırıldıklarımız, kırdıklarımız, üzdüklerimiz, mutlu ettiklerimiz, mutlu olduğumuz anlar var. Aslına baktığımız zaman hayat bir bütün ve bizler o bütünün küçücük bir parçasıyız. Çözülmesi zor olan bir soruyuz. Bazen bildiğin formüller soruyu çözmeye yetmez. Senin karşına doğru cevabı çıkarmaz. Ne yazık ki o sorunun içinde dolaşıp kalırız... İşte hayat tam da böyle bir şey! Tekrarı olmayan bir hayatın kahramanlarıyız. Öyle güzel kahramanlar var ki dünya durdukça o kahramanlara dursun istiyorsun ve öyleleri var ki oyunun kötü kahramanları...
Onlar için ise ; bir saniye dahi aldıkları nefesin insanlık adına israf olduğunu biliyorsun. Onlar var olmasın!
Yaşadığın hayat boyunca diz çökmek ya da dimdik ayakta durmak kısacası senin elinde.
Peki, senin elinde ne var?
Eğreti bir hikayenin bir parçası olmak mı yoksa onurlu bir yaşamın kahramanı olmak mı?