Değerli Okurlar;
Bir 10 Kasım’ı daha geride bırakmış, Mustafa Kemâl Atatürk’ün ebediyete intikâlinin 79. yılına ulaşmış bulunmaktayız. Atamızı bir kez daha saygı ve özlemle anıyoruz…
Ülkemizin an îtibârı ile birçok görüş grupları doğrultusunda ayrışmış olduğu, herkesin mâlûmu… Özellikle resmî bayram ve anma günleri; karşıt görüşlerin çarpıştığı, kozların paylaşıldığı, türlü alâkasız şahsiyetlerin birbirleri ile kıyaslandığı, karşılaştırılıp yarıştırıldığı spekülasyon arenalarına dönüşmüş bulunmaktadır. Son beş yıldır, 29 Ekim - 10 Kasım periyodları; özellikle sosyâl medya üzerinde, Enver Paşa’nın târihî kimliğine de değer artırmaktan ziyâde zarar verecek iddiâlara sahne olmaktadır.
Enver Paşa hayrânı bir Yakınçağ târihçisi dostumun sitemkâr tavsiyesi ile Erdoğan Aydın’ın ‘Osmanlı’nın Son Savaşı & Tûran Hayâlinden Sevr’e’ kitabını okuyup detaylıca inceledim. Yazar, I. Dünyâ Savaşı’na Osmanlı Devleti’nin hangi şartlar muvâzenesinde ve ne tür metotlar kullanılarak dâhil edildiği; İttihat ve Terakki yöneticilerinin gerçek amaçlarının ne olduğu ve sonradan nasıl yön değiştirdiği gibi sıkça işlenen konulara, daha önce hiç denenmemiş bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve ulaştığı çarpıcı sonuçları, okuyucuya sunuyor.
Araştırmacı kimliğine, yayınladığı eserler sebebiyle târihçi yönünü de ekleyebileceğimiz Aydın’ın, geliştirmiş olduğu nev-i şahsına münhâsır objektif, fakat yanlış tespitlerin de yer aldığı görüşleri, meseleye yeni soluklar kazandırırken, yine de ucu açık kalmış yargılara da ev sâhipliği yapıyor.
Örnek vermek gerekirse; milletçe övünç kaynağımız olan ve gururla işlenen, Osmanlı Devleti’nin ‘yükseliş dönemi’ üzerine değerlendirmeler yapan Aydın; savaşın aslâ keyifli bir olgu olmadığı, özellikle iki taraf için de olumlu sonuçlar doğurmasının imkânsız olduğundan (buna elbette katılıyoruz) bahsediyor. Günümüzde dâhi Amerika Birleşik Devletleri’nin sürekli olarak kendisi için değil, ‘işgâl’ etmek üzere olduğu ülkelerin menfaati (!) ve genellikle de onlara ‘demokrasi’ götürmek (!) için başlattığı birçok operasyonun, bu anlamda savaş sebebi olarak gösterildiği gibi (bu benzetme bana âit), geçmişte de işlerin aşağı yukarı bu şekilde yürütüldüğünü ifâde ediyor. Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde cereyân eden ve neredeyse tamâmının bizim zaferlerimizle sonuçlanması nedeniyle üzerimizde uyandırdığı hayranlığa dayalı olarak, bu savaşların kaçınılmaz olduğu ve bizim her hâlükârda haklı olduğumuz düşüncesini de bu yanlış ön kabûller türüne örnek olarak gösteriyor. Oysa bugün gerek tüm Batı literatürlerince ve gerekse bizim dil bilgisinden yoksun tarihçilerimizce ‘imparatorluk’ tamlaması ile anılan Osmanlı Devleti’nin, aslında bir imparatorluk olmadığı ve bir imparatorluğun gerektirdiği ‘sömürü’ faaliyetine aslâ yerine getirmiş olmadığı gerçeğine gözlerini kapıyor!
Kendisi için resmî evraklarda, dâimâ ‘Devlet-i Âlîye’ (yâni yüce, ulu, büyük devlet) ya da ‘Devlet-i Âlîye-i Osmânîye’ (özellikle son dönemde) isimlerini kullanan Osmanlı Devleti; Latince kökeni olan ‘emperyal’ sözcüğünün kapsadığı ‘sömüren’ anlamını hâiz imparatorluk sıfatını hep reddettiği gibi, sömürgeden ziyâ de elindeki topraklara ve üzerinde yaşayan halklara da kendi merkez hazînesini akıtmış, yıkılışı yolundaki en büyük nedenlerden biri de bu yönü olmuştur. Yâni imparatorluk denilince ilk akla geldiği üzere Roma’nın ele geçirip bölerek, sömürge kurması şeklinde değil… Hattâ söz konusu bu mîrâsı devralan da yine Avrupalı devletler olmuşlar, bu uygulamaları yüzlerce yıl sürdürmüşler; devletlerinin yönetim şekilleri ve isimleri değişse de sömürü düzeninden hâlen vazgeçmiş değildirler!
Ancak bu ayrımı yapamayan Aydın’a göre; söz konusu dönem içerisinde, Osmanlı Devleti’nin yaptığı, zaferlerle sonuçlanan ve bizler tarafından da gururla karşılanan bu savaşların tamâmı ‘istilâ’ amaçlı savaşlardır! Bana göre, Osmanlı Devleti de tıpkı bugün olduğu gibi, o seferlere çıkmadan önce kendisine sağlam dayanaklar bulmuş; iç ve dış kamuoyuna bu gerekçeleri sunmuş ve bir anlamda savaşları ‘meşrû’ hâle getirmiştir. Hattâ Aydın’ın açıklamalarına ek olarak, özellikle geçerli maddî sebeplerin bulunamaması durumunda, çoğunlukla bu fetih hareketlerine dinî bir misyon yüklendiğini, gazâ ve cihat kisvesine büründürüldüğünü de söyleyebiliriz. Fakat yine de altındaki asıl sebebin yağmacılığa indirilmesi, son derece sığ bir tespit olur! Sonuç olarak zikretmiş olduğum ‘neden oluşturma’ faaliyetleri, kaçınılmaz olanın diplomatik akıl ile propagandaya dönüştürülmesi eylemidir. Tıpkı büyük ve köklü bir devletin yapması gerektiği gibi…
I. Dünyâ Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin savaşa dâhil olma sebebi hakkında ise genel kabûl görmüş olan Enver Paşa ve aşırı Alman hayranlığının neden olduğu görüşünü tekrarlayan Aydın, sonrasında yine sıra dışı görüşler belirtiyor. Bu Alman hayranlığının, sırf onlar istedikleri için savaşa girilmesine neden olduğu değil; Almanya’nın savaşın mutlak gâlibi olacağı inancından hareketle, tamâmen kendi menfaatlerimiz ümîdiyle savaşa girildiğini îmâ eden Aydın, gerekçe olarak da şu iddiâları sıralıyor:
Osmanlı belgelerine dayanarak; Enver Paşa’nın, Orta Asya’dan Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafyada yer alan, tüm Türk kütlelerinin tek bayrak altında toplanması amacıyla harekete geçtiğini, bu savaşı bir fırsat bildiğini ve yine bu vesîleyle hem Avrupa ülkelerinin sömürgelerini onlardan koparmak (bu, kendi yorumum), hem de ‘Tûran’ı Osmanlı çatısı altında gerçekleştirmek olduğu kesinlik kazanmıştır… Ancak burada da devletin yüzyıllarca devâm eden ‘süreklilik’ politikasına ters düşen bir unsur bulunmadığını belirtmemiş! Sonuçta, kitaplar her ne kadar ‘duraklama, gerileme’ gibi dönemler zikretse de Osmanlı Devleti’nin (yıkılış yılları dâhil) yayılma dışında bir eğilim göstermediği ortadadır. Tıpkı Balkan savaşlarının ilkinde kaybettiği toprakları (Edirne gibi), birkaç ay içinde ikinci savaş ile geri alması örneğindeki gibi…
Diğer yandan, Sarıkamış felâketi, Tûran hayâlini daha temelini bile atamadan bitirmiş; Enver Paşa ise idealleri uğruna yeri geldiğinde tek başına kalmış, mücâdelesini hiç bırakmasa da bu yolda can vermiştir. Enver Paşa’nın, bugün toplumumuzda idealist bir yurtsever olarak tanınmakta olduğu, ancak bunun da zihinlerimizde oluşan bir yanılgıdan ibâret olduğu, gerçekte Enver Paşa’nın bu imajın çok dışında tasavvûr edilmesi gerektiğini iddiâ eden Aydın; yanlış hesaplamalarla Osmanlı Devleti’ni bu savaşa dâhil eden Enver Paşa’nın, bu en temel hatâsının yanı sıra birçok suçu olduğu görüşünü de savunuyor. Bunun, doksan bin Türk askerinin donarak şehâdetiyle sonuçlan Sarıkamış fâciâsıyla da kalmadığını; bu harekâta dayalı olarak sıkışan ve panikleyen Rusya’nın, müttefîki Avrupa devletlerini sıkıştırması ve tetiklemesi sonucu, Rusya’yı rahatlatmak ve kestirme bir sonuca ulaşmak amacıyla, Çanakkale Cephesi’nin açılmasına neden olduğunu; yüzbinlerin de burada kaybedildiği ve devletin geriye kalan tüm gücünün bu cepheye akıtıldığını vurguluyor. Yâni tam bir alâkasızlık bağdaştırması, zorlama bir tespit yumağı!
Takdîr edersiniz ki; savaş öncesinde yapılan birden fazla gizli antlaşma, Îtilâf devletlerince Çanakkale’ye yapılacak çıkarma ve İstanbul’un hızlıca işgâl edilmesine dâir maddeler içermekteydi. Yâni henüz ortada Rusya’nın herhangi bir çağrısı yokken ve savaş dâhi patlak vermemişken! Demek ki; araştırmacı kişilik, usta bir kalem ve alaylı târihçilik bile ciddî bir genel târih formasyonuna muhtâç oluyormuş!
Doğrusu, bu görüşlerin çok büyük bir kısmına katılmamakla ve kolaylıkla çürütmekle berâber, tüm yaşananların müsebbîbi olarak tek bir kişi gösterilebilir mi sorusunu da ayrıca sormadan geçemiyoruz... Çünkü takdîr edersiniz ki; târihî olayları tenkît ederken, fertlerin yanı sıra toplumsal etkenleri ve bunların itici gücünü de göz önünde bulundurmak gerekir. Aksi takdîrde, öne sürülen görüşler; bilimsellikten uzaklaşır. Tıpkı bu kitap örneğinde olduğu gibi!
Esen kalın…
Sefa Yapıcıoğlu