Bazen bir ses çıkar gelir çok uzaklardan. Hem çok yabancı, hem de bir o kadar tanıdık...
Kaçmak istedikçe daha çok saplanırmışsın bataklığa işte bu yüzden durgun bir suya bırakır gibi bazen insanda oluruna bırakmalı kendini. O sese kulak vermeli. Sadece duymak yetmiyor, biraz da dinlemeli ne dediğini.
Yüreklerimizde hep bir boşlukla yaşıyoruz. Doldurmak istedikçe yerini yadırgayan çiçekler gibi solup gidiyorlar. Aralardan sızan havalar o boşluğu daha çok büyütüyor. Biz kapatmaya çalıştıkça, o boşluk daha çok derinleşiyor.
Uzun zamandır duymuyordum yüreğimin sesini. Unutmuştum yerini. Hatırlamıyorum bile neyi sevip, neyi sevmediğimi. O kadar uzaklaşmıștım kendimden, o kadar yabancılaşmıștım kendime.
Hayatın iplerinin yarısı bizim elimizdeyse, diğer yarısı ise hayatın kendisinde. Sıktıkça kendimizi de sıkıştırıp duruyoruz bir kalıp içine. Hep dümenin başında duramayız. Ön göremediğimiz bir yöne de kırılabiliryormuș. Hiç ummadığımız limana demir atabiliyormuș. Kontrolden çıkabiliyormuș. Akıl ve duygular savaşınca...
Tezer Özlü şöyle diyor bir kitabında “Bırak kentleri, bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu, ölen uzaklardaki insanlarını, bırak, bırak, bırak içinde seni kemiren seni bırak.
Bak nerelere varıyor gökyüzü.
Hangi zamanlara.
Hangi sonsuzluğa. GİT.”
Bazen duyduğumuz o sese, cevapta vermeliyiz. Korkmamalı, hayata karşı daha cesur olmalıyız. Aklımızı susturup, hapsettiğimiz duyguların kapılarını açıp, özgür bırakmalıyız. Hatta dümeni bırakıp, yelkenleri açıp rüzgara kapılmalıyız. Kendimizi bunca sıkmak yerine güvertede uzanıp, gökyüzünü seyretmeliyiz.
Zamanın bizden aldıklarına inat gülümsemeliyiz.