Yarın 10 Kasım, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü.
Bugünden bir şeyler yazmak, yarın yazacak olanlara karışmamak adına önemli diye düşündüm.
Atatürk’ün varlığını anlamak için yokluğun ve yoksulluğun olduğu yıllara gitmek, o zamanları düşünmek çok ama çok yeterli.
İletişimin sıfır olduğu, teknolojinin yok olduğu, ekonominin hiç olduğu sadece bağımsızlığına düşkün bir milletin canından başka bir şeyin olmadığı yıllara gitmek çok ama çok yeterli.
Şimdi zamanda lider aradığınızda, her an, her zaman, her durumda görebilmeniz mümkün olabiliyor.
Teknolojinin varlığı ve imkânları, kendisini lider olarak tanımlamak isteyen herkese bu imkânı hak etsin veya etmesin, ederi olsun veya olmasın verebiliyor.
Zor olanı, işte o dönemde lider olabilmek, liderlik yapabilmek, bir milleti arkandan yürütebilmekti.
Hem de bağımsızlığa, kurtuluşa doğrul.
Hem de elinde tek kalan canını isteyerek.
Atatürk ile Türk milleti arasındaki bağın güçlülüğünü anlamak için kâşif olmaya, kelimeler ordusundan, cümleler kurmaya hiç ama hiç gerek yok.
Oturup düşünmek, düşünüp sonuç çıkarmak yeterli.
Ben Bulgaristan’ı gezisi sırasında Mustafa Kemal’in okuduğu harp okulu sıralarını da görme şansım oldu.
Orada bir dâhinin yetiştiğini hissettim.
Orada bir ülkenin kurucusu olacak olan genç bir subayın eğitim sırasını gördüm.
Çok ama çok duygulandım.
Manastır’da okuyan o genç subayın, bir milletin umudu, bağımsızlık yolu, bir cihan devletinin kurucusu olacağını düşündüm.
Eminim onu o genç subay, o sıralarda okurken düşünememiştir.
Çünkü o cihan imparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu’nun bir subayı olmak için okuyordu.
Nerede bilebilirdi ki, bir gün milletinin ona, onun orada edindiği askeri, siyasi, ekonomi vs zekâsına bu denli ihtiyaç duyacağını.
Nitekim o bu bilmediği şeyden dolayıdır ki kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni de gençlere emanet etmiştir.
Kurduğun cumhuriyet, kurduğun devlet, emin ellerde Gazi Mustafa Kemal Atatürk!
Rahat uyu