Nurten Ağaçbiçer
ARAFTAKİ GENCİN UYANIŞI !
Nerede olduğunu bilmediği bir yerde; bütün benliğini sarıp sarmalayan, hiç bir hücresini açıkta bırakmayacak şekilde ele geçiren boşluk duygusunun esaretinde. Yüksek bir yerden son hızla yere inilirken içini kaplayan garip bir hazla karışık bir hal. Hemen ardından koyu zifiri karanlık bir kuyuya atılmanın yarattığı korkuyla karışık bilinmezlik. Hiçbir algının ve duyunun anlayamadığı, başı sonu belli olmayan kapkaranlık tünelde son sürat gidiş. Yokluk, hiçlik, çaresizlik, ümitsizlik, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı…
Zaman denilen kavramın anlamının yitirildiği, bütün bilindik zihinsel işlevlerin çaresiz kaldığı son noktaya varış. Nefesin yetmediği, terin kana karıştığı, dünyanın ya da kendi kıyametinin olduğunu sandığı yerde… Aniden gökyüzünde şimşek çakması gibi, altın bir ışık huzmesi halinde gelen görüntü ve sesi algılıyor Yusuf. Gözleri; ışığın parlaklığından kör, kulakları; yüreğinin gümbürtüsünden gelen sesle sağır.
Kamaşan gözlerinin aralığından, ışık huzmesinin içinde beliren beyaz sakallı bir adamın nurlu yüzünü seçiyor. Adamın gözlerindeki delici bakışlarını üzerinde hissederken, garip bir huşu yayılıyor tüm bedenine dalga dalga yayılan. Tatlı bir ses yankılanıyor, altın ışıkla uyumlu:
“Nedir bu halin? Henüz gencecik yaşında, bahar mevsiminin en verimli çağında olması gereken halinden çok uzaksın? Nasıl bu hale gelebildin?”
Boğazında bir yutkunma isteği kendiliğinden geliyor Yusuf’un, sanki yaşadıkları bir yumru oluşturup boğazına oturmuş gibi. Titrek bir ses çıkıyor gencecik vücudundan.
“Şey… Bilmem, galiba ben iki şey arasında sıkışıp kalmış bir haldeyim, Araf’ta olmak gibi. Geçiş yeri ama nereye geçeceğimi bilemiyorum… İki tarafa da ait hissetmediğim bir noktada çakılıyım.”
“Hımm… İki taraf dediğin yerleri biraz anlatır mısın?”
“Anlatmaya çalışayım. Bir köprü düşünün, bir tarafı geçmiş diğer tarafı geleceğe bağlanan. Ben tam bu köprünün başında bekliyorum. İlerleyemiyorum çünkü köprü karanlık, hiçbir ışık yok yolu aydınlatacak. Nasıl yolumu bulacağımı bilmiyorum ve şaşkınım.”
“Bu geçmiş dediğin tarafta neler var?”
“Ah hiç sorma! Durumu özetlemeye çalışayım. İnsanları yüzyıllar boyunca kılavuzlamış bulunan değerler, durmadan etkilerini kaybetmeye başladı. Yavaş yavaş yerlerini azgın bir materyalizm ve dizginlenmemiş bireyciliğe dayalı bir düşünce tarzına bırakmaya başladı. Bu durumun biz gençler üzerindeki etkisini düşünebiliyor musunuz?”
“Eee aslında bu söylediklerin yenilenme ve değişimin doğal sancıları değil mi sence. İnsanlığın son birkaç yüzyıllık seyrinde; dogmacılık, zorbalık, batıl inanç gibi uzun süre kendisini baskı altında tutan zincirlerinden yavaş yavaş kurtulduğunu görmek güzel değil mi?”
“ Bu gelişmeler tabi ki güzel. Başarılmış olan şeylerin çoğu gerçekten övgüye değer. Derinlere kök salmış önyargıların aşılması, adaleti yönetecek kanunların çıkarılması, bireylerin ve grupların haklarının kabul görmüş olması çok büyük gelişimler. Ama şimdi durum farklı.”
“ Bu durumda seni rahatsız eden nedir?”
“Ne yazık ki, bu değerli tarihi hareket; şimdi aşırı uçların artan bir şekilde saldırısına uğramakta. Aşırı gürecilik ve dizginsiz bireycilik, merkezi sahneye yerleşmekte. Mutlak doğruların varlığı bir kenara atılıyor.”
“Bunun ne gibi sakıncası var sence?”
“Şöyle… Bir bireyin kişisel tercihlerinin peşinden gitme özgürlüğü, en yüksek ideal olarak empoze edilmeye çalışılıyor. Bunun sonucunda da doğru ile yanlış arasındaki ayırım bulanık hale geliyor.
Böylece birbirinden büyük ölçüde farklı davranış modelleri gittikçe kabul ediliyor. Ve bunun sonucunda da geleneksel olarak bir toplumun üyelerini bir arada tutan bağların tümü gücünü yitirmiş oluyor. İşte ben de, anlatmaya çalıştığım bu şartlardan dolayı araftayım. Benim gibi gençlerde kafası karışmış sıkışmış durumda. Giderek ahlaki kılavuzluktan yoksun kalıyoruz ve doğruyu yanlışı ayırmakta güçlük çekiyoruz. İki keskin uç; bir tarafta hurafe, bir tarafta materyalizm.”
“Anlattıklarını dinledim, çok haklısın. Bir insan değişik bilinç düzeylerinde yaşayabilir. İnsanoğlunun doğru ve yanlış ayırımının yapabilmesini mümkün kılan ruhani duyulara yeniden hayat vermesi gerektiği çağdayız. Her şeyin yenilendiği bu çağda kullandığımız kavramları da yeniden tanımlamalıyız.
Ruhani algının güçlenmesine ve bilincin gelişmesine katkıda bulunan şu söze bir bakalım, ne diyor.
“Tanrı Dininin sağlam temeli üzerinde sarsılmaz direkler kurulmuştur. Bunların en büyüğü bilim, kavrayış, akıl, zekâ, evrendeki gerçekleri ve Tanrısal sırları anlamadır.”
“Güzel bir söz gibi … Ama ben pek bir şey anlamadım. Biraz açar mısınız?
“Evet, hani sen önündeki geçmen gereken köprünün karanlık olduğunu söylemiştin ya! Bu köprünün aydınlanmasını sağlayacak şey Tanrı Sözüdür. Düşünce ve ahlak dünyasını aydınlatan tek şey Tanrı Sözünün gücüdür ve her çağda yenilenir.”
“Sanki biraz içimdeki cevapsız sorulara ışık tutacak gibi, ama bilemiyorum.”
“…zeka ve ideallerin ruhani aleminde bir aydınlanma merkezi olmalıdır; bu merkez de, edebiyen parlayacak güneş olan Tanrı Sözü’dür. Onun ışıkları gerçeklilik ışıklarıdır ki insanlık üzerinde parlamış, düşünce ve ahlak âlemini aydınlatmış ve insana ilahi dünyanın bağışlarını ihsan etmiştir.”
Bu sözler beyaz sakallı nur yüzlü adamın söylediği en son şeylerdi. Yine geldiği gibi büyük bir altın ışık huzmeleri altında adeta uçarak aniden yok oluverdi. Geriye karanlık dehlizin acı veren kasveti kapladı ortalığı. Oysa daha yeni başlamışlardı konuşmaya ne güzeldi. Yusuf yine başlangıçtaki bilinmezliğe doğru kaydığını hissederken, varlığının tüm gücüyle bağırmaya başladı. Öyle güçlü bir bağırıştı ki bu, kendi sesi kendisini uyandırmıştı.
Kendi sesiyle yatağından fırlayarak uyandığında, sırılsıklam kan ter içinde kalmış bir haldeydi.
Gördüğü bir rüya mıydı, yoksa olması muhtemel bir gerçek mi? Hangisiydi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.