Emre İşgüzar
BİR ACAYİP MUTLULUK
“Yıllar önceydi gelen bir telefon ile irkilmiştim. Saate bakmayı bile akıl edememiştim, sadece “annen kriz geçirdi acilen hastaneye yetiş” cümlelerini hatırlıyorum. Telefon edenin kim olduğunu bile hastaneye gittiğimde öğrenebilmiştim. Arayan küçük kız kardeşimin eşiydi. O gece olup biten her şeyi de ondan dinlemiştim hastane kantininde.
Annem benim için farklı bir bağın, farklı bir kültürün, farklı bir yaşantının sembolüdür. Başımda olmasaydı belki de şuan da burada olamazdım. Benim ilk öğretmenim, ilk gezi rehberim, ilk tartışmalarım, ilk sevgim ve hayranlığım.
Bazen “keşkeler” olur hayatta ve ne olursa olsun onlar ne geçmişten ne de yürekten bir türlü çıkmaz. Benim de böyle keşkelerim var. Kimse bana ‘sen ne yaşadın’ demedi. Hep ‘neden bu yolu seçtin’ dediler. Oysaki ben bu yolu seçmemiştim, yolu bana zorla vermişlerdi. Dikenli uzun bir yolda yalın ayak yürümek zorunda kalmıştım.
O sene her şeyden ve herkesten farklı bir hayat yaşıyordum. İçimde duran çocuğu bile paramparça etmek istiyordum. Bir gece vakti uyanıp üzerinde uyuduğum bembeyaz çarşafı bıçak darbeleri ile kırmızıya boyamak istiyordum. Hem içimdeki bebeği öldürmek, hem de kendimi öldürmek istiyordum. Böylelikle hayatın benden aldığı anneme, evladımla birlikte cennette kavuşabilecektim.
Sonra ilk kez cennet kavramını düşündüm. Cennete kimler giderdi? Annem cennette ise bizi neden burada bıraktı? Cehennem neden var? Tüm anneler cennetlikse cehennem kim içindi? Yoksa cehennem benim gibi gebeliklerini doğum ile değil de ölüm ile sonlandırmak isteyenler için miydi?
Ben bunları düşünürken gecenin derin sessizliğini bozan o muhteşem ses yankılanmaya başladı. Sabah ezanı okunuyordu. Bu yaşıma kadar geceleri deliksiz uyurdum, ezan sesini o saatlerde hiç duymamıştım. Bir kaç gece böyle devam etti, iyiden iyiye kendimi artık ezan sesine adamıştım. Bir yandan geceleri ezan sesini dinlemek için uyanıyordum bir yandan da kızımı büyütüyordum, içimde. Her ne kadar babası olacak o deyyus ortadan kaybolmuş olsa da. Gebeliğim sekizinci ayına girmişti, annemin ölümü ise yedinci ayındaydı.
Şafak sökmeden, zifiri karanlıkta ezanı dinlemek için her uyandığımda, karanlık ruhuma rahatlama veren sesin ne dediğini merak etmeye başladım. Türkçesini araştırdım. O muhteşem cümlenin anlamını öğrendim.
“Esselatu hayrun minen nevm.” “Sabah namazı uykudan daha hayırlıdır.” Sonra araştırmalar sürdükçe hayrın namazda olduğunu keşfettim ve bir gece uyanıp kendime sabah namazı ısmarladım. Sonrasında sert bir kahve yaptım. Yarım yamalak şehri gören balkonumdan yüzüme vuran seherin ılık ılık rüzgârı ile düşünmeye başladım.
Bu yolculuğun neresindeyim, nereden gelip, nereye gidiyorum? İlk sorum bu oldu kendime.
Aklımda siyah beyaz kelimeler kimi zaman dans ediyor, kimi zaman bir er meydanında kılıç kılıca kavga ediyorlardı. Aklım fikrim tepeden tırnağa karmakarışıktı.
Annem vardı yine aklımda ve dedem. Dedem annemi çok severmiş, gece rengi zifir saçlarını elleri ile tarar ve onları örermiş. “Neriman’ım” dermiş. “Neriman’ım benim dermanım,” dermiş. Bunları düşündükçe kendimi çok güçlü hissediyordum ve ne olursa olsun bu huzuru bırakmayacaktım. Kendimi teslim edecektim rabbime.
Ay, mesaisini tamamlamış, veda etmeye hazırlanıyor, sabah güneşi doğuyordu artık. Siyah iplik ile beyaz iplik havanın renginde ayrışıyordu. Sabahın seheri yerini yazın sıcağına bırakıyordu. Sokak köpekleri uyanmış kesik kesik havlamalar ile sabah rızıklarını arıyordu. Kuşlar, ağaçlar da yerini almış acı acı bağırıyordu. “Kalmadı artık insanlığın merhameti, yapmayın ey insanlar kesmeyin ağaçları. Neredeyse artık evinizin içine kadar çıkaracağınız otomobilleriniz için her yeri beton yapmayın. Pire olur, toz olur diye pençelerdeki yuvalarımızı bozmayın artık” dercesine bağırıyordu.
Lakin insanoğlunun çoğu o saatler de uykularını almış ve nefislerinin şehvetinde inliyorlardı. Kimse köpeklerin ya da kuşların feryatlarını duymuyordu.
Ben de kendi derdim ile iş yerimin yolunu tuttum. Sabahın o saatinde kimsecikler yoktu. İş yerinin açılmasını bekledim. Önce garsonlar geldi. Sonra bulaşıkçılar ve otopark görevlileri. Hepsi birden şaşırmıştı beni o saatte erkenden barın kapısında görünce.
Önce patronun sağ kolum dediği Serkan ile konuştum “işi bırakacağım” dedim. Sadece ağzından “olmaz öyle şey” diye bir kelime çıktı sonra da “sen bekle burada Kamil ağabey ile görüşeceğim” dedi.
Kamil ağabey ile görüşmesi yaklaşık iki saat kadar sürdü. Ben bir sandalyede oturmaktan artık telef olmuş haldeyken bir hışım ile patron aşağı indi. Gözü dönmüş halde bana doğru geldi. “Eceline mi susadın? Bunun bedelini hayatın ile ödersin. Şimdi defol git! Akşama hazır gel,” dedi. Arkasını dönmüş giderken “Kamil ağabey kararım kesin gelmeyeceğim” dedim. Döndü ve bana ömrüm boyunca tatmadığım bir şey tattırdı. Gözlerimin önüne dedemin annemin saçlarını örüşü geldi. Bir de tokadın etkisi ile gözlerimin önünde çakan şimşekler.
Evime gidene kadar düşündüm. Öğlen ezanı okunuyordu. Ezanlar ki şu dinin temeli diye okul yıllarından aklımda kalan mısralar ile İstiklal Marşı’nı okutan Zeynep Hoca ne güzel insandı. Müzik öğretmenimizdi.
Evime geldiğimde namazımı kıldım. Artık kızım yerinde durmuyordu. Sancılar gelip gitmeye başlamıştı. Anneme ve dedeme o gün her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı. Sarılmalarına, kokularına, saçlarımın okşanmasına ama hiç biri yoktu.
Onlarla dualarda buluşabilmek umudu ile o gün her zamankinden daha çok dua okudum. Başıma gelecekleri bildiğim için iki gece üç gündüz evden çıkmadım. Geceleri lambaları yakmadım. Kapılarımı sıkı sıkı kilitledim. Ortalıkta çok görünmedim. Üçüncü günün sonunda biraz hava alayım dedim biraz da yiyecek bir şeyler alıp hızlıca eve dönecektim ama dönemedim. Köşe başına yaklaşır yaklaşmaz bastılar tetiğe, ayaklarım mermi içinde kaldı. Kızım karnımda. Allah’tan kızıma bir şey yapmadılar. Mahalleli beni buraya yetiştirdi. Şimdi biliyorum ki Kamil ağabeyin adamları aşağıda gün sayıyor, taburcu olacağım günü bekliyorlar. Ben burada yatarken tekrar haber yollamış bulaşıkçı abla ile gelecek mi diye. Gelmeyeceğim dedim. Bir anlamda da ölüm fermanımı imzaladım.
Sonrası bu işte gazeteci hanım. Sana bunları neden anlattım, neden seni çağırdım biliyor musun? Seni az çok tanıyorum. Kadın hakları, çocuk hakları der durursun yıllardır. Köşen de yazıp duruyorsun. Hafta sonları çok okudum yazılarını eline yüreğine sağlık.
Yarın sezaryenle bebeğim dünyaya gelecek. Benim ise dünyadan göçme vaktim gelmiş olacak. Senden bir ricam olacak. Sezaryenden sonra kızımı al, devletin büyüklerine danış, görüş, konuş onlar ile plan yapın kızımın adını Elif koyun ve ona bir gelecek kurun. Kızım sana emanetimdir. Kimseye bir şey söyleme, benim sonum yok belli ki. Bizim alem böyle, giriş var çıkış yok.”
“Aysun’um seni anlıyorum ama bunları bir akrabana, kan bağın olan aileden birine anlatsan daha sağlıklı olmaz mı? Bu çok büyük bir sorumluluk.”
“Akraba akrep olalı çok zaman oldu. Ben gece kulübünde sesimi satıp şarkıcılıktan para kazanırken adımı fahişeye çıkaran ilk onlar oldu. Başları sıkıştığında para diye yanıma ilk koşanlar da onlar oldu. Benim adım fahişe ise kızımın da daha doğar doğmaz adı hazır olur onlara bırakırsam. Kimse kızıma piç demesin Elif desin. O yüzdendir ki ben anneme gideyim. Akraba da, kardeş de, dert de, elem de keder de burada kalsın belki de ilk kez mutlu olacağım böylelikle hayatta. Sen de hakkını helal et. Sana güvenim sonsuz. Beni anlamaya çalış gazeteci hanım.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.