Suat Bıçak
Dolmabahçe Sarayı
İstanbul’un gözbebeği ve tam ortasında atalarımızın bizlere bıraktığı dev bir kültür hazinesi Dolmabahçe Sarayı. İçine girmeden oradaki tabloları, kilimleri, masa ve sandalyeleri görmeden ne demek istediğimi anlamanız pek mümkün değil. Birkaç saatte gezilemeyecek kadar büyük. İçeride sizi haremlik ve selamlık olarak birkaç bölüm bekliyor. Hepsinin giriş ücretleri farklı. İçeride video ve fotoğraf yasak ancak çok fazlada sıkı denetim yok. Sadece gördüklerinde sizi uyarıyorlar.
Dolmabahçe adı nereden gelmiş bilen var mı? Bilmeyenler için hemen anlatayım. Sarayın bulunduğu alan eskiden Osmanlı döneminde denizcilik faaliyetleri için kullanılan bir yermiş. Daha sonra konumu itibarıyla geliş gidişler artmış. Ve sahilin büyük bir kısmı doldurulmuş. 16.yüzyılda doldurulan bu kısma “dolmabağçe” adı verilmiş. Dönemin padişahları o zamanlar daha çok Topkapı Sarayı’nı kullanıyormuş. Giderek burasının da kullanımı artmış ve hanedanın hasbahçesi olarak adlandırılmış. Nihayetinde 19.yüzyılda dönemin adını yaşatmak için tekrardan adını Dolmabahçe Sarayı olarak değiştirilmiş.
Saray tam olarak 1956 yılında bitirilmiş. Yapımında ermeni mimar Garabet Amira Balyan’ın katkıları çok fazladır. Zaten 1800’lü yıllar bilindiği gibi bizim batıya daha çok örnek almaya başladığımız yılardı. Bu arada maliyeti için 3 milyon kese harcandığı söyleniyor. Sarayın 285 odası ve 43 salonu bulunmaktadır. Ve dünyadaki en büyük balo salonu bu saraydadır. Beni en çok etkileyen saraydaki tablolar. Oldukça büyük ve pahalı tablolar. Her biri servet değerinde. Bir çok dönemi anlatan yağlıboya tablolar. Fransız ihtilali, Napolyon, Viyana Kuşatması ve daha bir çok önemli eser.
İçeride son padişaha ait olduğu söylenen büyük bir kütüphane var. Rafları açıp kitaplara dokunmamak için kendimi zor tuttum. Odanın içinde eski kağıtların verdiği mistik bir koku vardı. Beklide ahşap rafların kokusu. Ama insanın saatlerce oturup kitap okumak isteyeceği bir yer kesinlikle. 280 değerli vazo ve 141 adet her biri altın değerinde halılar. Mobilyaların birçoğu maun ve ceviz kaplı. Hamam bölümünde kullanılan sifon sistemi ise günümüz teknolojisini aratmayacak cinsten. Ama fotoğraflarını çekemedim maalesef.
Sarayın ısıtılmasını sağlayan ana depo şimdiki Beşiktaş stadının altında bulunuyormuş.18702li yıllarda Fransız bir şirkete devredilmiş. Ayrıca Salonun bodrumunda ısıtılan hava, gözenekli sütun kaidelerinden içeriye veriliyor, böylelikle kubbeli büyük mekânda 20 °C'ye varan bir sıcaklık elde ediliyordu. Sultan Reşad döneminde, saraydaki gazlı lambaların aslî görünümleri korunarak, elektrikle çalışır hale dönüştürülmüştür. Yani hem bir görsel hazine hemde bir mühendislik harikası.
İstanbul’un en gözde yerine kurulmuş 25 dönümlük bir arazi üzerinde bulunan bu harika mirası mutlaka görmenizi isterim. Arabayla gelenlerin dikkatine otopark büyük sıkıntı mümkünse deniz yolunu kullanın. Haftaya Bükreş seyahatinde görüşmek üzere, ne diyoruz
Çok Gezin, Çok Okuyun ve Çok Sorun