Emre İşgüzar
KIŞ AŞKLARI
(Günay Özarın ÖZTÜRK’e teşekkürler. )
Yaz akşamları telaşlarında yaşanan aşk hikâyelerine her zaman hayran kalmışımdır. Sahil kenarında içkilerini yudumlayan gençlerin çoğu zaman bir yakamoz eşliğinde söylediği “Akdeniz Akşamları” ya da Ege nağmeleri ile birbirlerine aşklarını ilan etmeleri her zaman imrendirmiştir beni.
Akdeniz denilince iki kez düşünen ben, Ege denilince dört kez düşünüyorum. Bilmediğim diyarların yolculuklarını yaparken kendimi bulmayı çok isterdim ama benim hiç Ege’de başlayan bir serüvenim olmadı ne yazık ki; yüreğim ve düşlerim Ege’ye karsı prangalıydı. Ta ki bu sene prangaları sökene kadar.
Akdeniz ise artık bir yorgun savaşçıdır gönlümde. Kaç aşkın bertaraf oldu, deşifre edildiği ve kaç sahilde bağır çağır kavgalardan geriye aşk sandığımız kırıntılar kaldı bilmiyorum. Sabah uyandığında şehrin ağlaması gibiydi. Sahilin kirlenmişliği. Geceden kalan içki ve meyve suyu şişelerine, kuruyemişler eşlik eder ve hepsinin sağa sola hareket eden kabukları gibi darmadağın olurdu içerimdeki kırılganlıklar.
Dedim ya, zaten benim de hiç yaz akşamlarını serinleten aşkım olmadı. Ben yaz ayı doğumluyum sıcağın çocuğuyum aşkın evladıyım ama kışa teslimdir yüreğim.
Kış aylarının verdiği hüznü ve bağlanmayı kimse veremez aşka. Bağlanmak, yakınlaşmak denildiğinde aklıma gelen ilk cümle Arapçadan gelen “kurban” dır. Kurban kelimesi yakınlaşmaktır. Bunu duyan ve keşfeden ben daha durur muyum? Bir akşam vakti, sevdiğime seslenirken “kurbanım” dedim. Evet, şaşırmıştı “o ne demek?” falan derken, sevginin büyüsünü ve kelimenin gücünü yüzümdeki gülümsemeye yanaklarımdaki pembeliği de ekleyip paket kağıdına sarıp sundum bana baktığında. Gözlerini görmeliydiniz, dolu dolu incirin en altında biriken bal dediğimiz bir damlalık sıvı şeker gibiydi. Döndü bir iki adım bana doğru geldi, gözlerimin içine doğru ışıklarını yayarak baktı.
“Ne dedin sen?” dedi.
“Kurbanım” dedim. Bir iki adım, yedi sekiz adım oldu. Ege Kıyıları için ayağıma vurulan başka alemlerdeki başka kişilerin prangaları, boynuma dolanan kolların sıcaklığında çözülüverdi. Önce ayağımdan sonra da düşlerimden ve düşüncelerimden her şeyi söküp attım. Benim için hayat artık kış gecesinin armağanı olan aşkı yaşamaktı.
Sabah uyandığımda yağmurla ve kurban olduğumla uyanmak gençliğimde ödediğim kefaretlerin kazancıydı sanki. Gençlik mi dedim kaç yaşındayım ben? Kağıt parçasında 40 yazıyor ama iki gün önce 25’e geri döngüm ve üstadın şiirini mırıldandım.
Başım ile gönlümü edemedim eş
Biri yüz yaşında biri yirmi beş
Başım dedi dur ağırlaş gönlüm dedi durma koş
Başım ile gönlümü edemedim eş.
Bu kez eş edeceğim karanlık gecelerin basiretsizce teslimiyetinden kurtulup yakamozlar eşliğinde içkimi yudumlayacağım. Kimseye değil kendime inat hayatın içinde var olacağım. Kimse için değil kendim için yazacağım şiirlerimi ve öykülerimi. Kimse beğenmese de ben çok seviyorum onları. Evladım desem belki de yeridir, insan evladından ayrılır mı, canından koparılır mı, “koparıldım ey can” diye başlayan şiirlerin başlıklarını haftada iki kez de olsa görüyorum diye değiştirdim.
Sevdaları artık kahvehane köşelerinde benden önceki müşterilerden kalan kirli masaları temizleyerek işe başladığım ve kendime bir oturmalık yer açabilmek çabası içindeki global yerlerde yaşamaktan vazgeçtim.
Şömineleri, odun ateşinden şömine kıyısında demlenen aşkları ve çayları keşfettim. Kahvelere bir diyeceğim yok onlar kırk yılın hatırına başmisafir bir de yârin dudağından içmek gibisi yok her nefeste buram buram hatır kokuyor. Kahve, şömine, aşk ve ben.
Antikacılardan alınan gramofonlardaki eski müziklerde aynı nağmeler var ama kirlenmemiş temiz hali ile duran şimdilerde anlamları ve tümceleri kirlettiler, versiyon dedikleri değiştirmeler ile ruhunu bozdular aşkın. İşin içine parayı koydular. Mal, mülk deyip gecelerce hesap yaptıklarında unuttular ki Allah, “gecelerce mülk hesabı yapmayın, Mülk Suresini okuyun” dedi anlamadılar. Okullarının kaç yılda bittiğini hesap ederek göğüslerini kabartıp hesap ettiler ama dünyanın kaç günde biteceğini, hayatın kaderinin ne zaman sonlanacağını hesap edemediler.
“Gitme aklım sende kalır” diye başlayan türkülere verdiğimiz güzellikleri “sen git istersen, ben yokum akşama buluşuruz” cümleleri ile süslediler.
“İyi ki varsın” cümleleri “beni ne hale getirdin” cümleleri ile yer değiştirdi. Ama silemediler defterde yazılan borçları, onlar sildi de defter silmedi. tuttu kara bir leke gibi izlerini. O defter ki, Allah hesap günü açacak onu kimsenin şüphesi olmasın.
Sahi ya kış aşkları diyorduk. Kış aşkları unutulmayan güzelliklerin mevsimidir. Aşkların odun ateşlerinde kor oldukları hallerdir. Tek kişilik battaniyede iki kişinin sarılarak uyuma çabasıdır. Kış aşkı tarçınlı çayların muhabbeti ve muhabbet kuşlarının eşliğinde cama vuran yağmur damlaları ile yudumlanmasıdır. Yağmurlar saf ve temizliklerimiz bebek kokusu gibi anne duası gibi. Şimdi ben gidiyorum bir yağmur tarlası bulmaya; yıkanmaya, arınmaya ve kirlerimi dökmeye.
Yüreğimi dökemem dökünce toplaması zor oluyor. Önce yardımmış gibi başlıyorlar, sonra seviyormuş gibi oluyorlar, sonra da elimde taşıdığım meyve filelerinin altı boşanıyor ve en kıymetlilerim yerlere dağılıyor içim ile beraber. En kötüsü de yardım yerine üstüne basıp geçiyorlar.
O yüzden yüreğim bana kalsın tecrübe ile sabit denenmiştir. Ve en güzeli tek tabanca yaşamaktır.
Çünkü bir daha sevmeye heves kalmadı.
İnstagram:emreisguzaroffical
facebook:emreisguzar
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.