Aysel Ateş Abdullazade
Kronik yalnızlık ve yaşayan ölüler çağı
Zamanın bir yerinde, kalabalıkların ortasında yalnızlaşmayı öğrendik.
Artık hepimiz birer yankı odasındayız; sesimiz bize dönüyor ama kimse duymuyor.
İnsan, insana temas etmeden yaşamanın mümkün olduğuna inandırıldı.
Oysa sevgi, ruhun temasıyla büyür; bir bakışla, bir tebessümle, bir “anladım” deyişiyle…
Şimdilerde her şeyin yerini sanallık aldı.
Birbirimizin yüzüne değil, ekranlara bakıyoruz.
Kelimeler ısınıyor ama eller soğuk, kalpler donuk.
Birbirine “iyi geceler” diyen iki ruh, aslında kilometrelerce uzak,
ve çoğu zaman da içsel olarak kopuk.
Bu çağda insanlar, görünür olmanın peşinde kayboluyor.
Sevilmek istiyoruz ama sevmeye cesaretimiz yok.
Yalnız kalmaktan korkuyoruz ama yakınlıktan da kaçıyoruz.
Bir paradoksun içinde sıkıştık:
Ne gerçekten dokunabiliyoruz, ne de tam anlamıyla uzaklaşabiliyoruz.
Belki de çağımızın en büyük salgını, kronik yalnızlık.
Ruhlarımız aç ama ekranlarımız tok.
Yaşayan ölüler gibiyiz; nefes alıyoruz, çalışıyoruz, gülüyoruz belki,
ama içimizde bir şey eksik: Gerçek temasın sıcaklığı.
Oysa bir kahve eşliğinde yapılan samimi bir sohbet,
bir dostun omzuna başını yaslamak,
ya da sessizce birinin gözlerinin içine bakmak ruhu iyileştirir.
Belki de yeniden başlamamız gereken yer tam olarak burasıdır:
Sanallığın ardına saklanan ruhumuzu yeniden bulmak.
Çünkü sevmek, hâlâ en büyük direniştir bu çağda.
