TARİH TÜRKLERLE BAŞLAR

 

Değerli Okurlar;

Ülkemiz, konumu gereği, bugün olduğu gibi târih boyunca da medeniyetlerin gözdesi olmuştur. Hangi kesiminde, en küçük bir kazma darbesi dâhi vursanız; tam anlamı ile târih fışkırmaktadır. Yıllar yılı süren arkeolojik kazı çalışmaları ve târihî eser kaçakçılığı organizasyonları gibi hem legâl hem de illegâl tüm faaliyetler, bunun ispâtı niteliğindedir.

Girizgâh mâhiyetindeki bu tespiti bir kenara bırakarak, asıl değinmek istediğim konuya girmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde, İstanbul Beşiktaş’ta yer alan Barbaros Bulvarı yakınındaki metro istasyonu inşaat çalışmaları esnâsında, günümüzden takrîben 3.500 yıl öncesine târihlenen -şimdiye dek- otuz beş adet mezar keşfedildi. İşin asıl can alıcı noktası ise bu mezarların, ‘Kuzey Karadeniz ve Eski Altay Türkleri’ne dâir birçok izler taşıyan, ‘Kurgan’ olarak da zikredebileceğimiz gömü alanları olması…

C:\Users\Sefa\Desktop\thumb.php.jpg        C:\Users\Sefa\Desktop\52817.jpg

Türkçede; ‘kurulu yer’ anlamına gelen ‘korugan’ sözcüğünden türeyen kurgan, Orta Asya (Türkistan) geleneklerine özgü bir ölü gömme geleneğidir. Avrasya steplerinde, yükseltilmiş tepeler şeklinde ortaya çıkan kurganlar; daha çok içinde toplumun önemli kişilerinin gömülü olduğu yığma höyüklerdir. Anadolu’da da çokça örnekleri yer alan ‘Tümülüs’ geleneğinin de öncülü olduğunu söyleyebiliriz. Mezar odası tabanı, genellikle ahşap kalas ve kütüklerle döşeli olup üzeri de toprak ve taşlarla örtülerek yükseltilmiştir. Birçoğunda, ölen kişinin eşyâları da berâberinde gömülmüştür. En eski örnekleri, MÖ 4. binyılda görülmeye başlanmıştır. Kuzey Kafkasya ve Urallar’dan başlayarak, daha sonra doğuya doğru yayılma göstermiştir.

Beşiktaş’ta, yerin beş metre altında ortaya çıkan bu mezarlar da yoğun miktardaki dağınık taş yığınlarının ayıklanması ile ortaya çıkmış; farklı boyutlardaki daire biçimli taş halkaların ortasında yer aldıkları görülmüştür. Ayrıca pişmiş toprak kaplar ve bezemeli çanak, çömlek parçalarının bulunmuş olması da bu yapıların, şüphesiz kurgan niteliği taşıdığına işâret etmektedir.

Mevcut bulgular ışığında, ‘Son Tunç Çağı’ ile ‘Demir Çağı’ başlangıcına (MÖ 1.500-1.200) târihleyebileceğimiz mezar yapıları; uzun yıllardır zâten çürütülmeye çalışılan ‘Türklerin Anadolu’ya 1071’de girdiği’ klâsik görüşünü de bu kez kesin olarak ortadan kaldıracak gibi görünüyor. 1930’lu yıllarda, Mustafa Kemâl Atatürk’ün teşvikleriyle ve yine O’nun emri doğrultusunda ihdâs edilen Türk Târih Cemiyeti’nin öncülüğünde ortaya atılan ‘Türk Târih Tezi’ de ‘1071 yılının, Türklerin Anadolu’ya ilk değil, son girişi’ olduğunun altını çiziyordu.

 

Kâzım Mirşan ve ‘Târih Türklerle Başlar’ İlkesi

 

Meselenin bu boyutuna değinmişken, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz değerli hocamız ‘Prof. Dr. Kâzım Mirşan’ı da zikretmezsek olmaz… Yukarıda değindiğimiz, Atatürk’ün târih tezi doğrultusundaki araştırmalara ömrünü adayan Kâzım Mirşan; ‘Târih Türklerle Başlar’ söyleminin de en büyük destekçisiydi.

C:\Users\Sefa\Desktop\PPROF-DR-KAZIM-MİRŞAN.jpg

Doğu Türkistan’ın İli Nehri üzerindeki Kulca kentinde, 4 Temmuz 1919 târihinde dünyaya gelen Kâzım Mirşan; 1932’de öğrenimine İstanbul’da devâm etti. Almanya’da, Berlin Üniversitesi’nde ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde inşaat yüksek mühendisliği okudu. Almanca, Rusça, İngilizce ve Türk lehçeleri (Tatarca, Özbekçe, Başkurtça, Tarançıca, Kaşkarlıkça (Uygurca), Kazakça, Kırgızca, Azerî Lehçesi ve Türkiye Türkçesi ile kendi ana lehçesi olan Tümenlikçe) dışında; Yunanca, Latince ve İtalyanca’yı da meslek araştırmalarına yarayacak kadar bilen Mirşan, hayâtının büyük bir kısmını, ‘Ön Türk’ târihi ile ilgili araştırmalara adadı.

Ömrünün sonuna kadar yaptığı araştırmalar ile bir kısmını ispât ettiği, bir kısmı ise ‘çok uçuk’ olarak karşılanan iddialarından bâzıları şunlardı:

 

  • Yazı, MÖ 16.000* yılında Türkler tarafından îcât edildi.

  • Kürtçe, Ön-Türkçe’den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsça’ya da taşımıştır.

  • Anadolu’da da Ön-Türkçe yazıtlar bulunmaktadır.

  • Latin, Yunan, Fenike ve Kiril alfabeleri; Ön-Türkçe’den oluşmuştur.

  • Roma’nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan Etrüskler; Türk’tür. (Etrüskçe yazıtlar, ilk kez 2004 yılında, Kâzım Mirşan tarafından çözümlenmiştir.)

  • Etrüskçe Türkçe’dir.**

  • İskandinavya ve Avrupa’da, 5.000’den fazla Türkçe yazıt bulunmaktadır.

  • Türkler ve Almanlar (Cermenler) akrabâdır.

  • Mısır’daki eşteşlerinden 2.000 yıl daha eski ve iki kat daha büyük olan; şu anda yasaklanmış bölgede bulunan piramitler, Türkler tarafından yapılmıştır.

*Yazılı târihin, şu an için kesin olarak kabûl ettiği bilgiler doğrultusunda; yazı, yaklaşık olarak MÖ 3.500 civârında, Sümer Medeniyeti’nde ortaya çıkmıştır. Tabiî, hem Kâzım Mirşan hem de Türk Târih Tezi, Sümerlerin de Türk olduğunu iddia etmektedir.

**Ölü gömme geleneklerinin benzerliği yanında, Kâzım Mirşan tarafından çözümlenebilen Etrüskçe’deki sayısız sözcük, Ön-Türkçe ile yine bizzât Mirşan tarafından karşılaştırmalı olarak analiz edilmiş; yüksek sayıdaki sözcüğün Türkçe ile %98.3 oranında benzerlik gösterdiği saptanmıştır.

 

Sözlerimi, yine Mustafa Kemâl Atatürk’ün, konuya dâir şu târihî konuşması ile sonlandırmak istiyorum:

“Bu memleket, dünyânın beklemediği, aslâ ümit etmediği, bir müstesnâ mevcûdiyetin yüksek tecellîsine sahne oldu. Bu sahne, en az 7.000 senelik Türk beşiğidir! Beşik, tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, tabiatın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk, tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından, evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı, onların oğlu oldu! Bugün, o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu! Türk budur… Yıldırımdır, kasırgadır, dünyâyı aydınlatan güneştir’’

Esen kalın…

 

Sefa Yapıcıoğlu

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar