Hakan Dalay
TÜRK’ÜN İLİNİ YIKAN TÜRK İSE; HEMPASI ASIL DÜŞMANIDIR!
Değerli Okurlar;
Târih boyunca Türk Ulusu kadar çok devlet kurmuş ve millet olarak sürekliliğini sağladığı hâlde, birkaç büyük istisnâ dışında, söz konusu devlet teşkîlâtlarının bekâsını ise maalesef sağlayamamış bir toplum daha yoktur. Kurduğumuz devletlerin sayısı ile -bir yerde haklı olarak- her dâim övünmüşüzdür; ancak asıl üzerine eğilmemiz gereken noktanın, bu devletlerin neden ve nasıl yıkıldığı sorularını sormamız gerekliliğinin henüz tam olarak farkına varabilmiş değiliz!
Geçtiğimiz günlerde, ortaöğretim seviyesindeki gençlerden mürekkep bir sınıfta; ‘Türk Devlet Teşkîlâtçılığı ve İlkeleri’ hakkında bir sunum yapıyordum. Henüz bir milenyumu bile geçmemiş bir zaman dilimi içinde, kabûl ettiğimiz meşhur ‘On Altı Türk Devleti’nin dâhi dışında kalan irili ufaklı birçok devlet ismi ile birlikte, ne kadar fazla sayıda siyâsî teşekkülden bahsettiğimi fark etti çocuklar… Elbette büyük çoğunluğunun gözlerinden, arşa varır gururları okunabiliyordu. Fakat bu kez, resmî târih içinde sunulan siyâsî olayların kronolojisini ezberlemek yerine; onlardan, gerçek anlamda bir sebep-sonuç ilişki örgüsü kurmalarını istedim. Türkler, târih sahnesine ilk çıktıkları andan îtibâren, ‘göçer’ (göçebe değil!) olarak yaşamalarına rağmen, hep sistemli hareket etmiş; bir devlet, ardından gelen diğer bir devlet ile siyâsî varlığını elden ele aktarmayı başarabilmişti.
Türkistan’ın göbeğinden başlayan yolculukları, Sibirya Stepleri ile Kafkas ve Avrasya coğrafyalarına uzanan, doğunun âfâkına dayandığı gibi, Anadolu koridoru ile Orta Avrupa’ya da ulaşan sayısız Türk kütleleri; savaş sanatı ve göçer mahâretlerini dünyâ geneline yaydığı kadar, Türk Târihi’nin ise tek bir başlık altında ele alınmasını da zorlaştırmışlardır. Fakat bu zorluk, büyüklük ve azâmetin getirdiği, sorumluluk yüklü ve onur duymamız gereken türden bir zorluktan ibârettir! Mîlâttan öncesine dayanan ve İskitler’i hâriç tutsak dâhi yine de yaklaşık 2.300 senelik bir geçmişi olan bu ulusun, sayısız devletler kurup da çoğunluğunun ömrünün kısacık olmasının bâzı nedenleri olmalıydı…
Genç yaşları ve dinç zihinleri ile hep bir ağızdan yaptıkları ilk önerme; tabî ki öncelikle söz konusu devletleri kimin yıktığının tespîtiydi. Asya’nın en doğusundan en batısına dek at sırtında geçtikleri engin coğrafyanın her köşesinde yer aldıkları tüm uğraşları, zaferlerle taçlandıran ve savaş meydanlarında yenilgi yüzü görmemiş bu milletin devletleri; nasıl olurdu da kendilerine kıyasla çok güçsüz oldukları belli olan düşman uluslarca yıkılabilirdi? İşte, artık doğru yöne bakıldığının işâreti, bu soruydu… Çünkü Türk’ün eliyle kurulan devletler, yine ancak Türk’ün eliyle yıkılmaktaydı! Yüzlerine çarpan, gerçeğin tüm ağırlığı ve acısı yüklü bu tokadın ardından; kendilerine bir nebze olsun gelebilenlerin ilk idrâkleri, ‘nasıl’ sorusunun ardından ‘neden’ sorusunu sormak oldu. Yine kendi parlak dimâğları vâsıtasıyla cevap aramaya başladıklarında, Türk’ün kendi içine sokulan fitnenin başrol oynadığı ve zayıf olarak addedilen düşman ulusların kurdukları bir arena içinde aldılar ilk soluklarını…
Gözlerini ‘târihe açtıkları anda’ yüzleştikleri ilk millet olan Çinliler, bu kanlı oyunun ilk plânlayıcıları olmuşlardı. Korkunun, korunma içgüdüsünü tetiklemesiyle son hâline ulaşması asırlar sürecek olan ‘Çin Seddi’ dâhi durduramamışken Türk akınlarını; ‘Mete Hân’ın modern çağa özgü ‘asimilasyon’ kavramını bellediği üzere girip de yerleşmediği Çin ülkesi, Göktürk’ün ‘siyâsetnâme’ tarzındaki ‘Orhun Yazıtları’nda sinsi politikasını açıkça belli ediyordu: ‘‘Çin’in yumuşak ipeğinden ve soluk yüzlü prensesinden uzak dur!’’ Elbette ki; bu nasihâte ermek için tam ‘dokuz asır’ geçmesi ve yumuşak ipeklinin ürününden ve benzi mermerden daha beyaz prenseslerin elinden çok çekmiş olmak gerekiyordu! Ne Mete Hân’ın emri ne de asırlar sonra haykıracak olan ‘Tonyukuk’un sözü, özünü unutan Türk neslinin menfî hareketlerini durdurmaya yetmeyecekti...
Epik mazîsini, bir de bu açıdan dinleyince tâze zihinler; başlar bir an öne eğilir gibi olsa da hızla yukarı kalktı tekrar; Türk’ün soyuna yakışır biçimde. Analitik çalışmaya başlayınca fikir üreten zekâları, bunun Çin ile başlayıp da orada kalmadığını; Îrân coğrafyasında devâm edip Avrupa milletlerince de ustalık seviyesine çıkarılan bir oyun fabrikasına evirildiğini, kendi kendilerine fark ettiler. İki bin seneyi aşkın süredir tezgâhlanan bu kanlı oyunun içinde yer aldığını kavrayamayıp da birbirine kıymaktan hiç vazgeçmeyen bu ulusun gelecek nesilleri; hiç değilse atalarından bir farkla, cesâret dolu gözlerini biraz da gerçeğin vizörüne uzatıyordu, hâinlerin vizyonundan görebilmek için kendi cismini...
Doğunun en ucuna yaslanan ezelî rakîbi, hiçbir mücâdelesini kazanamadığı hâlde Türk’e karşı; bugün tüm coğrafyanın sâhibi ve hâkimi olarak artık ‘Batı’nın Efendileri’ne bile korkusuzca kükrüyor! Boynunu Türk’e her seferinde uysalca eğmiş görünen Çin’in dâhi ahvâli buysa; varın siz Ortadoğu’nun göbeğindeki sansarın sessiz nârâsını, Avrupa’nın sayısı belirsiz sinsi Haçlı gürûhunu tahâyyül edin! Bu devirde ‘…’ da kaldı mı artık minvâlindeki cümleleriniz size kalsın, bu satırlarda yer alanlara yabancı yaşayanlar… Uykuda sandığınız kitleler ya uyanırken ya da zâten uyanıkken, gaflet uykusuna yatıp da kalkamayanlardan olacaksınız!
Sözün özü; Türk’ün kurduğu yuvayı yıkan yine Türk iken, yıktıran ise nasılını yazdığı senaryo ile detaylandıran gerçek düşmanıdır… Kılıcını kendi ulusu üzerinden çekip kızgın çehreli başını öz milletinden kaldırmadıkça, gerçek düşmanının yüzünü hiçbir zaman tanıyamayacaktır! O Türk ki; kendi budununa çektiği silâhı eline veren hempasının, asıl düşmanı olduğunu bir türlü kavrayamaz! Dün olduğu gibi, bugün yaşandığı gibi, böyle devâm eder de geriye ulusunun hası kalırsa, maalesef yarın da yaşanacağı gibi…
Tek umûdumuz, işte bu yüzden genç nesillerdir. Farkındalığı yüksek nesillerin yetişmekte olması, gerçekten ümit verici… Ancak bu gençlerin nasıl şekillendirileceği de yine bizlere bağlı! İşte bu yüzden târihimizi doğru anlatmalı, abartıdan ziyâde gerçeklerle donatarak yansıtmalıyız. Zâten abartılmaya aslâ muhtâç olmayacak ölçüde şanlı bir mâzîye sâhip Türk Ulusu, târihine gururla bakan yeni nesli; analitik düşünmeye sevk edecek bir eğitim modeli ile donatmalıdır. Târih dersi, bir hikâye, masal saati değil; ‘gerçeklerin eşiğinde’ sunulan, geleceğe yatırım olarak görülmesi gereken bir ‘sosyâl sorumluluk projesi’ olmalıdır!
Gâzî Mustafa Kemâl Atatürk’ün de aynı sezgiyle dile getirdiği sözlerine kulak verelim:
‘‘Ey yükselen yeni nesil, istikbâl sizindir! Cumhûriyet'i biz kurduk, O'nu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz!’’
Esen kalın…
Sefa Yapıcıoğlu