Kuş deyip geçmeyin!

Kuşlar, gökyüzünün gerçek sahipleri. İçinizde, bir kuşun gökyüzünde dans edişini izlemeyen var mıdır? Yerden havaya sıçrayışını, kanatlarını çırpışındaki mükemmelliği, rüzgarda havada kalma mücadelesini...


Bir kuşun gözünden dünyayı kuşbakışı izlemek, bir meleğin bizi izlemesi gibi olmalı, özgürce uçarak istediği yere, gideceği yeri bilerek, konacağı dalı hissederek...


Bazen,  bazı insanları, kuşa benzetirim. Elinizde tutamazsınız, hep uçup kaçmak ister. Ya da çok sevdiğiniz için öyle sıkarsınız ki, kuşu kafese kapattığınız gibi, mutsuz olur özgürlüğü kısıtlanınca. Çünkü kuşlar özgürce uçarken güzeldirler.


Gökyüzünü kuşsuz düşünebilir misiniz? Mesela, martıların gemiyi takip etmediğini, ve martı seslerinin dalga seslerine eşlik etmediğini hayal edebilir misiniz? Ne kadar eksik olurdu manzara, değil mi?


Bir belgeselde izlemiştim. Milyonlarca kaz Meksika Körfezinden kuzeye gidip üremek için bir araya geliyorlar yüzlerce farklı aileden. Ve beyaz başlı kartalın avı olmamak için hep beraber, iyice kenetlenerek birbirlerine kanat çırpıyorlar. Kartalın görüşünü engellemek için etten bembeyaz bir duvar örüyorlar adeta havada.


Kuş deyip geçtiğimiz canlılar bile tehlikelere karşı nasıl hayatta kalacaklarını biliyorlar. Birbirlerini koruyup gözetiyorlar ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” atasözünü uygulayan asıl onlar oluyor. İnsanların yapamadığını yapıyorlar. Çünkü çıkar ve hırs gibi kötü duygulara sahip değiller.


Benim için bütün kuşların içinde kumruların önemi ve yeri çok büyük. İlkokula başlamak için Almanya’dan Türkiye’ye geldiğimde 5 yaşında, evimizin balkonunda, çamaşır iplerinin yanındaki demirin üstünde bir kumru yuvası vardı incecik dallardan oluşan. Minnacık bir aileydi onlar. Dişi ve erkek kumru, sonra yumurtadan çıkan yavrular. Bazıları yuvadan düşer ölürdü, bazen biz alır koyardık yuvaya iyiyse. Bazen yumurtalardan birisi düşerdi balkona. Üzülürdüm. Sabahları guguk guk guguk guk sesleriyle uyanırdık. Anneannemin anlattığı hikayeye göre, bir zamanlar bir erkek bir kız kardeş varmış. Anneleri hastalanıp ölünce, babaları yeniden evlenmiş. Ama, bu yeni anne çok kötü kalpliymiş. Çocukların mutfağa girmelerine, bir şeyler yemelerine izin vermezmiş. Bir gün üvey anne evde yokken, çok acıkan kardeşler mutfağa girmişler ama yağ ve bal kavanozlarını devirmişler yanlışlıkla. Korkudan ne yapacaklarını şaşırıp, bahçedeki ağacın arkasında dua etmişler ve Allah onları orada birer kumruya dönüştürmüş. “Guguk guk guguk guk, Yağ döktük bal döktük, kim döktü, biz döktük.” Onlar bu nedenle de çok ilgimi çekiyorlardı çocukluğumda.


Bazen gelen misafirler “Atın bu yuvayı buradan. Duvarınızı, balkonunuzu pisletiyorlar” dediklerinde anneannem “Yuva yıkanın, yuvası olmaz” derdi hep. Bunun ne anlama geldiğini o zamanlar pek anlayamasam da şimdi doğruluğuna kesinlikle inanıyorum. 


Kumrularla ilgili beni çok etkileyen diğer bir anımı ise oğluma hamileyken yaşadım ve hatta daha sonrasında. Annem bana gelirken, bir gün, yolda kanlar içinde parçalanmış bir kumru yavrusu bulmuş. Hemen üzerindeki cekete sararak veterinere götürmüş. Veteriner gerekli tedavileri yaptıktan ve bizim yapmamız gerekenleri söyledikten sonra annem kuşla bize geldi. Ona kocaman bir kafes aldık ve içine koyduk. Önceleri o kadar sessiz, sakin ve kıpırdamadan duruyordu ki! Çok zayıf ve çirkindi, Tüyleri kremlerden renk değiştirmişti. Her gün iğnesi ve ağızdan verdiğimiz ilaçları vardı. Kuyruğu bile yoktu. 


Kafesi normalde mutfak balkonunda tutuyor, uçabilsin diye her gün içeri alıp, kafesi açıyorduk. O ise en fazla dolabın üstüne zıplıyor, uçmaya çalıştığında ise her taraf tüy içinde kalıyordu. 


Bir gece bir deprem oldu. Mutfak penceresinden bakarken, kafesin üstünde başka bir kumrunun bizim kumruya eşlik ettiğini fark ettim. O kumru ondan sonraki akşamlarda da kafesin üstüne geliyor, sabaha kadar orada bekliyordu. Bu nasıl bir aşktı böyle.


Ben o günlerde doğum yaptım. Dolayısıyla annem her gün bana geliyordu. Gelmediği bir gün kafesin kapısını balkona çıkarırken açık unutmuşuz. Sabah uyandığımda kumruyu göremeyince çok korktum. Hem uçamadı da düşüp öldü mü diye, hem de el bebek gül bebek iyileştirdiğimiz kumrunun kaybolmasıyla ilgili anneme ne cevap vereceğimi bilemediğim için. Ama o sabah uykumda odada bir kuşun varlığını hissetmiştim, bir kuşun kapıya çarpması gibi ki benim odamla mutfak balkonu arasında uzun bir hol  ve diğer odalar vardı. Meğerse kumru “Ben gidiyorum” demek için eve girip, olduğu yerden uçmak yerine arka balkondan uçup gitmiş. Tabi ben bunu daha sonra anladım. 


Böylece daha sonraki bir kaç gün kumruyu bahçelerde arayıp, insanlara yaralı, ya da kuyruksuz bir kuş gördünüz mü diye sormakla geçti. Mutfak balkonuna hep ekmek ıslar koyardım o zamanlar. Önce serçeler, sonra kumrular en son da kargalar gelir, doyar giderlerdi. Bir sabah öyle üzgün üzgün oturup onları seyrederken, bir kumrunun gelip ekmeklerin üzerine oturduğunu gürdüm. Ve kuyruğu yoktu. O andaki mutluluğum bayram sevinci gibiydi. 
Birkaç gün içinde çıkıp gittiği balkona yuva yaptı bizim kuş, onu günlerce deprem sırasında bile korkup kaçmadan bekleyen diğer kumruyla. Arkasından yumurtalarımız geldi. Bizimkisi erkekmiş bu arada. Kargalar yuvaya saldırıp yumurtaları çalmaya çalışırken, dişi kumru hep yuvada bekledi, çirkin yavruluktan çok güzel bir kumruya dönüşen bizimkisi ise gökyüzünde  yırtıcı bir kuş gibi kargaları kovuyordu korkusuzca. Sonra yumurtalar çatladı, yavrular geldi. Onlara uçmak öğretildi. Ama o yuva ve yavrular hep korundu. Bense hayret ve hayranlıkla izledim kumruların sadakatini, koruyuculuğunu, evcilliğini, sabrını, tek eşliliğini, korkusuzluğunu.


Diyorum ya, görmek istesek, hayvanlardan öğreneceğimiz çok güzel değerler var, insan olarak unuttuğumuz...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.